Çıldırma Noktası


Tanıyanlar bilir ben çok su içerim. Çok derken litre litre sudan bahsediyorum benim için bardak kavramı yoktur ben suyu yarım litrelik porsiyonlar halinde tüketirim. Bir defada en az yarım litre. Dün gece geç saatte evime döndüm. Yanımda daha doğrusu kanımda kim bilir kaç promil alkol getirdim. Ertesi günün iş günü olmasından mütevellit hızlı bir duş ve akabinde yatağa seri bir yatay geçiş. Muhtemelen ışığı kapattıktan sonra yatağa uyuyarak gittim.
İçenler bilir yüksek alkol tüketimi vücuda ciddi miktarlarda su kaybettirir. Metabolizmaya giren alkolün yakılarak hücre içinde sindirilmesi ve artıkların metabolizmadan atılması için çok miktarda su gereklidir. İçki susuzluğu fenadır kısacası. Hele benim için çok daha fenadır. Dün gece de yine öyle çok fena bir susuzlukla uyandım. Ağzımı şapırdataraktan mutfağa gittim ve elim daha doğrusu ağzım daha da doğrusu midem bomboş döndüm. Zira evde içecek yudum su yoktu. Kalmamış bitmiş almamışım. Yuh bana çüş bana. Sonra bir bilim adamı olarak evdeki tek su kaynağının mutfaktaki damacana olmadığını fark ettim ve koşar adım banyoya yöneldim. Sağlıksız da olsa çeşme suyu içebilirdim pek tabi. Musluğu açtım tsssss!!! Bu mümkün değil. 2010 Avrupa kültür başkenti İstanbul’da sular kesik. Şahsınızı ayakta alkışlıyorum muhterem İSKİ. Ama pes etmeye niyetim yoktu. Başka alternatifler daha dolaylı da olsa başka su kaynakları aramaya başladım. Yeterli gelmeyecek dahi olsa su elbette bir meyveden ya da bir yaş sebzeden de alınabilirdi. Adı üstüde yaş sebze. Bir ümitle dolaba koştum açtım ve okumadan da anlayacağınız gibi bu kaynak da elimde patladı. Okumadan da anlayabilirsiniz bakın yazı hala devam ediyor. Oradan bir şey çıkmış olsaydı meyve yiyip susuzluğumu bastırdım yazar bitirirdim. Aslında o kadarcık şey için bu kadar yazıyı da yazmazdım. Demek ki neymiş maceramız devam ediyormuş. Bekarlığın veya evde kadınsız yaşamanın gözü kör olsun. Dolapta derdime derman olacak bir nebatat mevcut değildi. Başka alternatifler düşünmeliydim. Susuzluk gitgide beni esir almaya başlamıştı. Adeta ruhum bedenimden çekiliyor ve sanki bütün varlığımı kuru ağzıma dolduruyordu. Saat sabah 04:30 bu saatte su almak için açık bir dükkan da bulmama imkan yoktu. Ağzımın kuruluğu beni çılgına çevirmişti sağlıklı düşünemiyordum bir şeyler yapmalıydım. Dağdayken şişmemek için su içmez susuzluğumuzu da hissetmek için ağzımıza düğme gibi minik bir şey koyardık. Böylece ağızda tükürük salgılanır ve ağız kuruluğunun verdiği o iğrenç duygu bir nebze de olsa hafifletilirdi. Hayır lan saçmalama şehrin göbeğinde susuz mu kalacaksın? Düşün düşün. Sağlıklı düşünemiyordum iyice sıcak basmıştı dışarıda inadına şakır şakır yağmur vardı. Bir kabı camın önüne koyup içine yağmur suyu mu doldursam. Off iyice sapıtmıştım sakin olup sağlıklı düşünmeliydim. Su alacağım açık bir yer bulmaya çalıştım ama sabahın o saatinde bizim orada açık dükkan bulmam mümkün değildi. Acaba komşuya mı gitsem ondan mı istesem? “Oha” derler adama “nasıl bir adamsın sen gecenin bu vaktinde beni böyle bir şey için mi uyandırıyorsun sapık mısın arkadaşım” derler. Yo yo saçmalama sakin ol başka bir yol bulabilirsin. Zaman geçmek bilmiyordu dakikalar saat gibi olmuştu. Ağzımın içi kuruluktan katılaşmıştı resmen. Gözümün önünde post-apokaliptik dönem filmlerine benzer görüntüler gelmeye başlamıştı. Susuzluğumu bana hatırlatacak flaş görüntüler. Sakin ol! Panik yapma! Derin nefes al! Bir çözüm bulabilirsin! Yeşil bir şeyler düşün şelale, göl, meyveler… gözümün önünden çöl imajları geçiyor bir bardak su için insanların birbirlerini öldürdükleri filmler geliyor aklıma. Çöl, deve, kervan aaaahhhh!!!! Başka bir şey düşün deve, çöl, vaha… buldum! Tosun paşa yeşil vadi evet Şaban Lütfü hamam. İşe yaramıyor. Düşün düşün düşün düşün… aman Allahım! Acaba? Olabilir mi? Denemekten zarar gelmez. Hemen mutfağa koştum buzluğu açtım evet buz! Ahahahaha! Elveda susuzluk nanik sana naniiiik! Blüblüblüblbülüb! (dil çıkarma efekti )Buzlukta ne kadar buz varsa yarım litrelik bir bardağın içine doldurdum. Bardak ağzına kadar dolu. Ama buzlar küp şeklinde olduğu için eldeki hacmin yarısına yakını havaydı. Bardağı aldım ve ellerimin bacaklarımın arasında ısıtarak, erime sürecini hızlandırmaya çalıştım. Evet sistem termal dengeye ulaşabilmek için, elimden ısı alacak ve bardağa iletecek. Isı enerjisini alan buz sıvılaşacak ben de arzuladığım suyu içebileceğim. Bir süre sonra beni amacıma götüren eylemde ilk zafer emareleri görülmeye başlandı. Buzlar eridikçe birbirlerine yaklaşıp tek bir kütle gibi sıkıştılar elimde aşağı yukarı 300 ml hacminde bir buz kütlesi vardı. Buzun eridiğinde hacminin azaldığını da hesaba katarsak elimde yine de aşağı yukarı 250 ml hacimde bir su olacaktı. Bunun bana yetmesi elbette düşünülemez ama hiç yoktan bir nebze de olsa derdime derman olabilirdi. Buz erimeye devam ediyordu artık bardağın dibinde bir miktar su vardı. Bir yudum alsam mı? Yo elimdeki miktar zaten az o yüzden sabredip, bunu en iyi şekilde değerlendirmeliyim. Bir sabır sınavından geçiyordum bir çeşit ninjitsu eğitimi. Sabırla beklemeye devam ettim bekledim ve bekledim. Sonunda camlardan içeri sızan çok zayıf ışık huzmesinde buzun çoğunun belki de hepsinin eridiğini fark ettim. Elimdeki suyun miktarını net olarak görüp onu en iyi şekilde değerlendirmeme yarayacak bir içme stratejisi belirlemek için bardağı yatağımın yanına koyup ışığı açmak üzere kalktım az sonra bu dünyadaki en tatmin olmuş insan ben olacaktım kalktım, ışığı açtım, yatağa doğru yürümeye başladım, ışıktan gözlerim kamaştı, ayağımı bardağa çarptım onu devirdim ve içindeki bütün suyu yere döktüm. Daha da bir şey yazmıyorum!

361 Aralık 2010
Saat: 00:979

Rubai

Şarapla keyif göklerde
Yar ile içilince hepten şahane
İçince gaza gelirsin amma...
Alırım diye övünme yetmişbeş saniye bekle

Seçki

Kadim dostum aristokrat şair Yin'in yeni kitabı "Hayat Lichtenstein'da Güzeldir"den sizin için seçtiğim bir şiir...










Bazen jipimle trafikteyken otobüsteki insanları görüyorum sıkış tıkış üst üste...
o sıcakta, oruçlar bir de halk gibi kokuyor hepsi o küçücük yerde...
o an gözlerim dolu dolu oluyor oh bebek ağlıyorum içten içe,
sonra hemen geçiyor, gidiyorum Etiler Ulus’daki evime.
Ropdöşambr üzerimde izliyorum şehri… mocha shake’in kekremsi tadı dilimde

Retrospektif Sergi

Sanatçı burada, yaptığı saçma geyiklerden kendi seçkisiyle bir retrospektif sergi oluşturmuş.


Allah'la kul arasına biri girerse kul tutlması mı olur Allah tutlması mı?

Schrödinger'in pisisi Pavlov'un kuçusu ne lan bu? Hayvanat bahçesine çevirdiniz lan bilim dünyasını.

Blair kadısı

Blair which Project?

Amatör fotoğrafçılar için yaşlı amca, sümüklü çocuk ve güvercin temin eldir.

Beyanatta RTE alteşiği.

Nihat Doğan sakal gibidir kestikçe daha kıl çıkar.

On bira yın sultanı.

I will survive şarkısının ana fikri şu dur; acımadıkiii, acımadıkiiiii…

Bu gün kendimi kendime “kıral otoklav dinime imanıma” derken yakaladım.

Farmvilde tavuk yemliyorsun müdürüm diye geziyorsun...

Sahibinden satılık ikinci el Hadron. Çarpışmamış vuruksuz çiziksiz.

Kaç güveysinden hallice?

İtirafım var asabiyim ben.

Sağım solum belli olmaz önüm arkam sobe.

Don’t fury be happy.

İf I were a which man.

Her şey üç elementle başladı rakı, şarap, bira.

Şehirlere bombalar yağardı biz seninle gülüşürdük sonra o mahmur beste çalar Müjgan’la fenalaşırdık evet böyle saçma sapan şeyler yapardık...

Zorba güzellik olmaz.

Kıça şaplak sahalarımızda görülmeye başladı beri Türk voleybolu çok yol kat etti.

Biraz deniz biraz uydu bütün isteğim buydu.

Gaşların arasına bon bon kurşunu değmiş…

Referandumdan benim adım çıksaydı egom ne biçim tavan yapardı.

Haberlerde paso polisten nefes kesen operasyon diyorlar ama kimin nefesi kesiliyor onu hiç söylemiyorlar...

Ne kaldı geriye? Ramak.

Gel de travma!

Ferhat Göçer ve Ferhat figan çığırmalar.

Kendi içen ağlamaz.

Kakaoğlu ve çikolatAli.

Farth away from here.

Cuma namazında aşırı sıklaştırılan saf patladı 1 ölü 3 yaralı.

...pnömatik silindir, analitik kimya, politik taşlama, dramatik çatı, statik elektrik ve saz arkadaşları...

Jesus shaves...

Cinnet anaların ayakları altındadır!

İşteyim sondayım depresyondayım.

Lambaya tüh de.

Lambiye püf de. Oooohhh!!!

Şikayetim Maradona.

Tabu kurum ve kuruluşlarında türban.

Kulsuz hata olmaz.

Nanik depresif

Epik depresif

Lirik depresif

Didaktik depresif

Satirik depresif

Retorik depresif

Cin tonik depresif

Torik depresif

Panik depresif

Kalk pazarı

Az yenmiş pul: Hakkı

Matrix 4: Elhamdülillah

Beni buralarda Dalai Lama anne.

Bu kurbanda ne keseyim diye düşündüm… selamı sabahı kesmeye karar verdim.

Müsait bir yerde dinecek var.

Plasebo tepkisi.

Tepedeki çimenlikte yalıyarak dolaşarak.

Ya çocuklarda stand by modu olsun ya da herkes 18 yaşından büyük doğsun

Bu gün hayatımın en şok edici gerçeğini öğrendim ben doğmamışım beni Makine Kimya Endüstrisinde yapmışlar.

Okulların zilleri artık çalmasın. Okullar titreşime alınsın.

Okumaya niyeti olmayan gençlere sesleniyorum okumayacaksanız okula gitmeyin boşa trafik yaratmayın. Bizim trafiğimiz bize yeter.

Benimle Oynar mısın?

su olsam ateş olsam
göklerdeki güneş olsam
hiç durmadan tıraş olsam
yine de oynar mısın benimle?

sayılmasam kaç olsam
topraktaki güç olsam
geylerdeki kıç olsam
yine de oynar mısın benimle

sus olsam kusur olsam
ağızdaki küfür olsam
doğuştan dübür olsam
yine de oynar mısın benimle?

İki Bahar Arasında Tutulmuş Bir Dilektir Yaz


…iki bahar arasında tutulmuş bir dilektir yaz... okul tatilinin minik yüreklerde yarattığı coşkuyla sokaklar cıvıl cıvıl çocuk sesi... günler aydınlık insanlar neşeli... balkonlardaki akşam sefalarının arasından karşıdan karşıya dost sohbetleri... balkonda kavunla rakısını yudumlayan emekli öğretmen hayati bey... hamide hanımların kapısının önünde toplanmış bu akşam mahallenin gençleri... hüsniye teyze balkondaki sedirde çekirdek çitleryip çay içerken siyatiklerinden şikayet ediyor gelinine yine... fesleğen kokusu... kuş cıvıltısı... hafta sonu gidilen kilyos piknikleri… bacakları kuma gömülen babaanneler, karga tulumba denize atılan enişteler, ağaçlara kurulan salıncaklar… iki bahar arsında tutulmuş bir dilektir yaz… şaka lan şaka… sokuyum yaza ne dileği yok dilek milek ter kokusudur leş kokusudur yaz… yıkanmayı bilmeyen insanların leş gibi ter kokusudur… yandım ulan yandım… canıma yetti… hamdım, piştim, yandım… soğusun artık havalar… kış gelsin kış…

kilyos sahili de berbat bir yerdir ayrıca… amele pazarı bildiğin… ipini koparan gider oraya… kumda kolbastı oynayanı var… çüş…

Hayyam der ki;

... ateistleri inanlardan daha samimi buluyorum. Onlar en azından "ya yoksa" diyor. Ötekiler ya varsa korkusundan yapmadığını bırakmıyor.

Cenk Erdem Kafası

Bu gün İstiklal Caddesinin ortasında biri birine, yere diz çöküp evlenme teklif etti. Bana göre çok bayağı klişe ve geyikti. Ama gördüğüm, en mutlu insan yüzlerindendi.


Hayat ne garip, vapurlar falan?

temizim

sigarayı, büyük harfi, ki yi ve de yi ayrı yazmayı bıraktım...

Rûbai

İç koçum üzümün kanı demişti dayım
Şarap içtim mi alemin kralıyım
Hayatım Scorsese filmi gibi
Ama ne Boston'da yaşıyorum ne de İrlandalıyım

Kişiselim Gelişiyorum Çalışkanım


Son zamanlarda gazetelerde dergilerde ve özellikle internette bir takım hanımlar türedi. Patlayan sosyal medya ile bu teyzelere de gün doğdu. Bir hanım ablamız şöyle buyuruyor….

“ Gittiğim etkinlikte,katılımcılardan birinin defterine renkli notlar aldığını, notların üstüne postit yapıştırdığını; tekrar farklı bir kalemle yuvarlaklar çizdiğini gözlemledim. Tüm dikkatiyle notlar tutan bu kişinin yakasındaki kartta… “

Yazı böyle başlıyor ve devamında hanım efendi not alan amcayla sohbet ediyor ama ne sohbet röportaj mübarek. Ve karşılıklı kişisel gelişim kafası yaşıyorlar. Şimdi bu teyzeler gencim aktifim dinamiğim havalarında o etkinlik senin bu seminer benim gezip gezip sonra biz zavallı avam kamarasına faydalı olacak şeyler anlatıyorlar. Biz de anlıyoruz ki toplantılara renkli kalem ve post it le gitmemiz gerekiyormuş. Gibi gibi…

Mesleğim gereği ben ta üniversiteden beri eğitimdir, seminerdir, kongredir, sempozyumdur bam güm katılan daha doğrusu katılmak zorunda kalan bir adamım. Evdeki sertifikaları katılımcı belgelerini yaksam kışı geçiririm. Şimdi size biraz bu etkinliklerden bahsetmeme izin verin. Bu gibi etkinlikler genelde sabah 08:30 - 09:00 gibi başlar. Başlamadan önce fuayede kahvaltı mahiyetinde bir kuru pasta, kek, börek, çay kahve seramonisi yapılır. Genelde de hafta sonu yapıldıkları için insanlar mutlak suretle uykusuz ve yorgun gelirler. Çay ritüelinde konuşmalar da bu eksendedir. Sonra etkinlik başlar 10:45 civarında bir çay molası verilir. 12:30 gibi mama yenir, 14:30 bilemedin 15:00 bir çay daha sonra 17:00 de insanlar arkasına bakmadan kaçar. Bu gibi bir sürü etkinlikte bulundum ve pek çoğunda oldukça üst düzey yöneticilerle beraberdim hatta bir iki tanesinde çalıştığım sektörün ağa babaları oradaydı. Bu teyzelerin bahsettiği mevzular etkinliğin gündemini oluşturamaz orada konuşulamaz. Aralarda yemeklerde ancak bu tarz şeylere vakit ayrılabilir. Şimdi ben katıldıklarıma bakıyorum da, biz aralarda hep maç muhabbeti, geyik, kakara kukara yapmışız. Bu tarz toplantılar o kadar yorucu ve yoğun oluyor ki genel müdür de olsan, mesul müdür de olsan kendini dışarı attığında kafayı dağıtmak için başka şeylerden bahsediyorsun. Kadınlar desen yurdum kadını max fucktor, lankom falan. Gerçi yurdum kadınının fucka mucka ayıracak parası yok. O kitle öyle onu demek istedim. Şimdi kendini benim yerime koy, zaten seminerde toplantıda daralmışsın burana kadar gelmiş sigara krizin tutmuş. Oturduğun yerde kurtlanmaya çeyrek hatta beş kala kısacık bir ara verilmiş ve o arada sidiklinin biri yanına gelmiş “efendim renkli kalem kullanıyorsunuz hayatınızı organize bıt bıt verimlilik cart curt” dır dır ediyor. Valla ağzının ortasına bir koyarlar adamın görürsün markörü filigranı. Zilliye bak verimlilikmiş… la get zaten millet hafta sonu sabahın köründe kalkmış gelmiş gün boyu kafa patlatıyor yarın yine iş, trafik desen cabası kimi ay sonu derdinde kontes kalkmış renkli kalemlerle cicili bicili notlardan bahsediyor. Not sayfasının orasına burasına çiçek kelebek de çizelimde şirkette gey olduğumuz söylentisi yayılsın oldu olacak. Salak sevgi kelebeği seni...

İşte böyle arkadaşlar sözün kısası yalan dolan bu yazılanlar. O toplantılarda eğitimlerde böyle şeyler konuşulmaz konuşmaya kalkarsan da dayağı yersin ondan da yazacak bir şey çıkmaz. Arkandan taşla kovalarlar vallaha nasıl kaçacağını bilemezsin. Neyse bitiriyorum içim daraldı siz de okuyup paylaşıp prim vermeyin şu zillilere, şımartmayın. Kendinizi adam gibi şeylerle oyalayın.

Pişmanım






Sevgili Allah’ım küçükken mahalledeki sümüklü Fırat’ın bileklerini kırdığım için özür dilerim. Osman’la da ospirik Osman osuruma düşman diye dalga geçtiğim için özür dilerim. Kamptaki kızları pikuuu diye ses çıkartıp korkuttuğum için de özür dilerim. İlkokulda Gülçin’in saçını çektiğim, Selin ve Tuna’nın lastik oyunlarını bozduğum için, Sinan’a kafa göz daldığım, Kadri’nin kafasına her ders silgi attığım için de özür dilerim. Ortaokulda Fulya’nın eteğini kaldırdığım için, Burcu’yu sıkıştırıp sıkıştırıp öptüğüm için Merve’ye servisin arka koltuğunda yaptıklarım için de özür dilerim. Ayrıca yine ortaokulda Merve’ye nöbetçiyken, boş derste kızlar tuvaletinde ve arka bahçede yaptıklarım için de özür dilerim. Lisede Serhat’ı dövdüğüm, Merve’ye (aynı Merve) tiyatro salonunun kulisinde, spor salonunun soyunma odasında, merdiven altında, kantinin arkasında, boş sınıfta ve yine servisin arka koltuğunda (evet yine aynı servisteydik) yaptıklarım için de çok özür dilerim. Üniversitede, arkadaşlara …ooolum Merve diye bi kız vardı… diye anlattığım, içip içip Merve’nin aklını çelecek kafasını karıştıracak mesajlar attığım, daha olmadı aradığım için ve diğerleri için (şimdi onları buradan anlatamıyorum tabi… gerçi asıl büyük kalemi onlar teşkil ediyor ama anlamışsındır sen ) çok çok çok özür dilerim. Askerden dönünce ilk iş İlker’i arayıp aga nerelerdesin özledim ayağına rakıya oturtup Merve’nin cep telefonunu öğrendiğim sonra da hiç bir şey olmamış gibi Merve n’aber diye aradığım için de çok özür dilerim. Şimdi buradan anlatamıyorum tabi mayıs ayındaki mevzu için temmuz başındaki hadise için bir de geçen Cuma gecesi yaptıklarım için çok özür dilerim. Ne olur beni affet bunların hepsi için çok pişmanım lütfen beni affet ve havaları soğut artık. Yandım Allah’ım yandım piştim. Söz uslu duracağım bundan sonra sen yeter ki havaları soğut. Zaten Merve de telefonunu değiştirmiş. Beni feysbuktan da silmiş…




KÜFÜR ÜZERİNE TEZLER 2

Daha önce bahsetmiştim. Küfür, sövgü olduğu gibi sevginin de bir işareti olabilir pek tabii. Misal çok komik bir adamı izleyen bir seyirci beğenisini komedyenin annesinin mesleğine dair yorumlar yaparak da belli edebilir. Küfürle insanlar güldürülebilir falan ve benzeri… -küfür acziyetin bir işaretidir. Demişti bilge bir adam. “Adam haklı beyler.” Gerçekten de insan aciz kaldığı durumlarda sıkça müracaat eder küfür müessesesine. Tribündeki taraftar, inip kendi çalamaz verilmeyen penaltının düdüğünü yada televizyon başında, açıklanan yeni vergi yasasını izleyen küçük esnafın gücü yetmez durumu değiştirmeye. Elden bir şeyin gelmediği durumlarda sayar dökeriz bol bol.


İnci sözlüğü bilmeyeniniz yoktur ama ben yinede biraz anlatayım. Ekşi sözlükle başlayan e-sözlük furyasının bu günlerde kendinden en çok söz ettiren ismi. İnci sözlük aslında tam bir e-sözlük bile değil. İçinde insanların türlü vesilelerle birbirine bam güm küfür ettiği bir sanal platform. Ama incilerin faaliyetleri sözlük sınırını çok aştı. Bu kitle farazi alemde düzenlenen anketlere topluca saldırarak sonuçları manüple ediyor, sosyal ağlarda topluca yorum terörü estiriyorlar, hatta internet sitelerindeki butonların ismini değiştiriyorlar hatta ve hatta canlı yayınlara telefonla bağlanıp küfrü basıp kapatıyorlar. Eylemlerinin temel malzemesi küfür. İnci sözlük için bir grup kendini bilmez ergen diyenlerin sayısı hiç de az değil. Hiç de öyle olmadığı gün gibi aşikar aslında. Yani din propagandası yapan bir mizah dergisinin sanal platformdaki grubunda yayınladığı bir karikatürün altına titreyerek boşaldım diye yorum yazmak, hiç de öyle kendini bilmez bir ergen davranışı değil. İnci planlı mı? Hayır tam tersi rastgele. Kolektif mi? Duruma göre. Aralarındaki bayanların sayısı da oldukça fazla. Bir bayan arkadaşım orada yazar olduğunu söylediğinde kendimi şöyle şeyler söylerken yakaladım; ooohhh açılsın Padora’nın kutusu, doya doya basabilirsin küfürü artık, bu ülkede erkek olmanın lüksünü sanal da olsa tat sen de! Çünkü o artık bir incici ve kimse orada onu yargılamaz kınamaz ayıplamaz. Ha babam küfür yer o ayrı. Ama o da cayır cayır saydıracak zaten. İnci sözlükteki rumuzunun arkasındayken yaptıkları için de kimse onu kınayamaz zira o bir incici onun için söylenecek söz yok yozlaşmanın en uç noktasında zaten. Öyle mi? Hiç de değil aslında. Kendisi son derece nitelikli, iyi eğitim almış, saygın bir mesleği olan, kültürel birikimi yüksek ve sosyal ilişkileri kuvvetli biri. Peki bu cici kızın orada ne işi var. Çünkü bu cici kıza ne yapması gerektiği küçüklükten itibaren dayatılmış. Çünkü bu cici kıza nasıl oturup kalkması nasıl konuşması gerektiği dikte ettirilmiş. Namus tabularıyla baskı altına alınmış. Onca birikimi ve niteliğine rağmen üç kuruşa çalıştırılıp tüketimi özendirecek her türlü bombardımana maruz bırakılmış. İnci sözlük yozlaşmış bir oluşum değil, yozlaşma karşıtı bir oluşumdur. Planlı, misyonu ve felsefesi olan bir isyan hareketi olduğunu söylemiyorum. Sistemli ekonomik kültürel ve toplumsal erozyonun kaçınılmaz sonucudur inci. Bu tepkinin altında yatan çok basit bir mantık var. Kutsal saydığınız ya da şu veya bu şekilde önemli addettiğiniz tüm değerler adına bizleri yozlaştırdınız. Şimdi biz de öyle bir noktaya geldik ki artık iyi veya kötü, güzel veya çirkin her şeye karşıyız. Allah’tan kitaba, dinden imana, milliyetten vatana, namustan topluma her şeye sövüyoruz.

…yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi…



Her şeye sövüyoruz. Çünkü elimizden başka bir şey gelmiyor. Aciziz ve yalnızca küfür edebiliyoruz. Ve bizi kınamanın rencide etmenin bir yolu da yok. Ar damarımız çatlaktan çok öte bir kudretle çağlıyor. Siz bizi sansürledikçe biz daha beter zıvanadan çıkıyoruz. Aciziz ve çaresizlikten kıvranıyoruz. Kıvrandıkça daha çok küfrediyoruz. Üşüyoruz reyiz…
Adam haklı beyler!!!

…kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür…

…yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi…





inci sözlük hakkında ciddi ciddi bir tek küfür
bile içermeyen bir yazı yazdım ya, Allah da benim belamı versin!!!


Olmadık Şeyler Düşünürken Buluyorum Bazı Bazı Kendimi/4


Hoş ve zarif bir bayanla sahil yürüyüşü… karşıdan gelen üçüncü şahıs ve köpeği. Hzb (Hoş ve zarif bayan) köpeğe yaklaştı ve sevmeye başladı. Bir yandan köpeğin başını boynunu okşayıp çenesinin altını kaşırken bir yandan da köpekle ne tatlı şeysin monologu yaşanmakta. Köpek halinden şikayetçi değil kuyruk sallama eylemiyle de memnuniyetini belli etmekte. Hzb’nin köpeğe olan ilgisi dağılıp sahibesiyle sohbete başlayınca hayvan biraz beni koklayıp ağlamaklı ve yalaka gözlerle (gözlere gel) aynı muameleyi benden talep etmeye başladı. Kırmadım hayvanı o gözleri nasıl kırabilirsin ki zaten -ağlamaklı ve yalaka- ben de kendi meşrebimce sevmeye başladım. Mamafih benim sevme biçimim Hzb’den biraz daha farklıydı. Daha hırpani ve sert seviyordum hayvanı ama bu onun daha çok hoşuna gitti. Oyunbaz oyunbaz hırlayıp ellerimi ısırmaya bacaklarıma dolanmaya başladı. Hzb ve sahibe hanımlar da bizi izliyorlar bu esnada. Biz köpekle samimiyeti ilerletince ben inisiyatif kullanmaya karar verdim ve sahibe hanımdan izin almadan köpeğin tasmasını çözdüm. Biz köpek beyle kah koştuk kah boğuştuk kah hırlaştık akabinde de hanımların yanına döndük. Efendim karşılıklı iyi niyetler sunulup sahibe hanım köpek beyle yoluna Hzb hanımla da ben yolumuza devam ettik. Şimdi efenim köpek gördüğüm zaman severim falan ama köpeklere deli olduğum da söylenemez. Çıldırmıyorum yani bir köpek gördüğümde ve ay ne şeker şeysin sen diye ortalığı da ateşe vermiyorum. Lakin biz köpek beyle daha bir anlaştık daha bir oynadık. O zaman düşündüm dedim ki… içimden diyorum tabi bunları. Dedim ki lan Hayyam aslında lan Hayyam da demedim onu şimdi kendi içimde kendimle bir diyaloga girmişim havası vermek için yazdım. Yoksa insan kendinle lan kendim diye başlayan bir diyaloga girer mi? Velhasılıkelam düşündüm. Kadınlar bize hayvan diyerek ya da çeşitli hayvan isimleriyle bize dair memnuniyetsizliklerini dile getiriyorlar. Şimdi biz zaten hayvansal özellikleri ön planda canlılarız cins olaraktan. Kaba kuvvet, rekabetçi yapı, koruma içgüdüsü falan falan. Hatt-ı zatında da sizin gözünüzde öyle olanımız makbul böyle kaslı maslı tipler rağbette. E şimdi sayın Hzb hanım -bak hanım diyorum- sorarım sana bir hayvan sever olarak zaten hayvansı özelliklerine tav olduğun hayvanları hayvanlıkla itham etmek perhiz ve lahana turşusu diyalektiğine uygun mudur? Bana bir hayvan sever olarak hayvan sevdiğin için sen gelmedin mi şimdi doğam yüzünden beni yargılamak niye? Misal ben insan sever bir canlıyım o yüzden de kaba saba özellikler yerine estetik olarak zarafet içeren özellikteki canlıları tercih ediyorum. Ben hayvanım sen insansın… bir hayvan olan benden hiç gel lan Hzb senlen ortak bi altılı kuponu yapalım talebi aldın mı? Ya da sana mençıstır maçı nolur diye sordum mu? Alnına şaklatıp, parmaklarıma üfletip sonra da ooooh dedim mi? Seninle hiç güreş tuttuk mu cicim? Bak cicim diyorum. Gördüğün üzere senin gibi zarif ve alımlı bir insandan bizim seviyemize inmesini beklemedim ve buna dair talepte bulunmadım. Karşılanmayan bu talepler yüzünden sana tavır almadım seni yargılamadım. Aaa!!! Bak! Dur şimdi dinle ama bir dinle! Ya bi Dakka ya! Hıyarlık müessesesi farklı. Bir bayanı gerçekten geçerli bir mazeretin olmadan yarım saat bekletmek hıyarlığın daniskasıdır. O ayrı. Hıyar bir bitkidir ben bitki miyim? Yok cicim –bak cicim diyorum- yok… yok canım –bak canım diyorum- yok…

KÜFÜR ÜZERİNE TEZLER 1

Küfür Arapça kufr kelimesinden dilimize iltica etmiş bir kelimedir. Aslen Arap’tır ama Arabistan’dan gelip Yozgat’a yerleştiği için Yozgatlı sanılır. Ama değil aslen Arap. Türk dilinin yetkili kurumu “Sövmek için söylenen söz sövgü” olarak belirtmiş bu kelimenin anlamını. Ama pek bir eksik olmuş bu tanım. Sövgü olduğu gibi sevgi de belirtir küfür pek tabii. Özellikle çok yakın arkadaşlar birbirlerine sevgilerini küfrederek anlatabilirler. Bunu yapanların sayısı hiç de az değil. Küfür aynı zamanda bir mizah öğesi ya da şaka malzemesi de olabilir pek tabii. Pek çok farklı mecradan hayatımıza giren bu hazreti küfür aynı zamanda bir ölçektir.


- Neyin ölçeği?
- Skimin ölçeği!



Küfürle ilgili yazınca terazinin topuzu biraz kayıyor pek tabii. Evet küfür bir ölçektir. Arkadaşlık ölçeği. Küfür arkadaşlığı ölçer demiyorum, arkadaşlıkta samimiyetin bir ölçütüdür. Nasıl olduğunu anlamak için önce arkadaşlık kurumunun iç dinamiklerine göz atmak lazım. Farklı sosyal statülerden, farklı meslek ve meslek gruplarından, farklı siyasi görüşlerden, milletlerden, farklı zevklere sahip insanlar arkadaş oluyorlar pek tabii. Demek ki yukarıda saydıklarımdan hiçbiri arkadaşlık konusunda belirleyici unsur değil. Etkendir mutlaka ve ilişkilerde belli oranlarda söz sahibidir ama arkadaşlıktaki samimiyeti belirleyen şey bunlardan hiçbiri değildir. Arkadaşlıkta samimiyeti belirleyen şey küfürdür. Şimdi bazılarınızın aklından şuna benzer şeyler geçiyor mutlaka.


Ne alakası var insanlarla samimi olmak için küfürleşmek mi lazım?


Ne alakası var lan küfretmeden arkadaş olunmuyor mu?


Lan ne alakası var amk samimi olmak için illa ana bacı düz mü gitmek lazım?



Böyle düşünenler yanlış düşünüyor çünkü küfür arkadaşlıkta samimiyetin bir ölçütüdür derken söylemek istediğim şey samimi insanların birbirine küfür ettikleri değil, benzer ve birbirine yakın miktarda küfür ettikleri. “Ne alakası var” düşüncesini ben yukarıda üç ana seviyede belirttim. Bu çok daha detaylandırılabilir, araya farklı küfür seviyeleri eklenebilir pek tabii. Ama genel olarak siz bu üçlü içinde neredeyseniz yani hangi seviyedeyseniz yakın arkadaşlarınız da aynı seviyededir. Günlük konuşmalarda sarf ettiğiniz küfür miktarı, sizin küfür seviyenizdir ve genellikle insanlar birbirlerinle aynı ya da yakın küfür seviyesindeki insanlarla daha iyi anlaşırlar pek tabii. Misal 3küfür/100kelime seviyesindeki bir adamla, 85küfür/100kelime seviyesindeki bir adamın arkadaşlıklarının belirli bir noktadan ileri gitmesi zordur. Bu şu demek; ancak tuttuğu takım yenilirken bariz şekilde taraf tutan bir hakemin cinsel tercihi üzerine spekülasyon yapabilecek kadar küfür eden bir adamla, hemen her cümlesinin sonunda bir şeylere koyan bir adam, aynı takımı da tutsa, aynı partiye de oy verse, aynı tür müziği de sevse de, eşit miktarda para da kazansa, hemşeri de olsa iyi arkadaş olamaz. Ama kadın erkek ilişkilerinde durum biraz daha farklı küfür seviyesi biraz daha gizli özne tadında yaşandığı gibi katsayılar da biraz değişiyor ve farklı cinste insanlar hangi küfür seviyesinde olursa olsun birlerinin yanında daha az küfürlü konuşmaya özen gösteriyorlar. Farklı cinsten insanlarda küfür seviyesi katsayılarla ölçülür. …pek tabii. Örneğin; 35küfür/100kelime küfür seviyesindeki bir erkekle 12,6küfür/100kelime küfür seviyesindeki bir kadın, cinsler arası indekste aynı seviyeye denk gelmektedir. Neticede kadın da olsa erkek de olsa sosyal ilişkilerde yakınlığın bir ölçütüdür küfür. Pek tabii…


Travma Teyzeleri

Açık Öğretim yazımda bahsettiğim travma amcalarının bir de dişi versiyonları mevcut. Bu konuyu da Bedeviciğim irdelemiş bakın neler demiş.


http://bedeviningunlugu.blogspot.com/2010/07/peki-ya-kzlar.html

Açık Öğretim




Bu günkü dersimizde sizlerle travma amcası ve travma amcası Türkçesini işleyeceğiz. Bu dersimizde hem travma amcasını tanıyacak hem de travma amcası Türkçesi ve bu dilin inceliklerini öğreneceğiz.
Pek çok yurdum gencinin özellikle de içinde bulunduğumuz yıllarda 20-30 yaş aralığında olan ve zamanında orta direk tabir edilen sosyal katmanda yaşamış büyümüş gençlerin hayatlarında birer travmatik amca figürü bulunmaktadır. Amca deyince öz amca gelmesin aklınıza. Amca diye hitap edilen herhangi bir yudum insanı. Mesela; ergenlik yılları arifesindesiniz. Ergene çeyrek, bilemedin beş var. Ve bu amcayla karşılaştınız. Şimdi aşağıdaki diyaloğa bir göz atalım.

- Meraba Kemal amca
- Vuay Kamuran koçum! Nabinyin la keranacı?
- İyidir Kemal siz nassınız?
- İyi valla koçum! Şşş bak hele kuş ötüyo mu lan?
- ???
- Kamışa diyom su yürüdü mü?
- Eööhmmm*?&%+
- Keranacı seniii çok tokatlama lan çavuşu boyun kısa kalır sonra…

Yukarıdaki örnekte görülen bu amcaların karakteristik özellikleri vardır. Örneğin pek çoğu zaten gür sesli olmalarının yanında bir de bağıra bağıra konuşup anıra anıra gülerler. Yol yordam usül erkan bilmezler dan dun girerler. Abartılı el şakaları yaparlar. Mesela yukarıdaki örnekte mevzu bahis amcamız “kamışa diyom su yürüdü mü?” cümlesini sarf ederken, eliyle de genç ergen adayımızın apış arasına sert bir hamlede bulunmaktadır. Tıp dünyasındaki son görüş bu hareketlerin bünyedeki “den” ve “patavat” yoksunluğunun yan etkileri olduğu yönünde. Yer bezlerinden bu iki hormonun salınımının yapılamaması yüzünden “münasebet” emilimi inhibe olmaktadır.

Konumuza dönecek olursak. Diyelim ki EGS’yi (Ergenliğe Giriş Sınavı) yeni kazanmış çiçeği burnunda bir ergensiniz. Ve arkadaşlarınızla mahallede takılırken travma amcanıza rastladınız. Doğal olarak geçmiş deneyimleriniz size kaçmanızı öğütleyecektir. Siz de görmezden gelip pısaraktan arkadaşları da acele ettirerekten olay mahallini terk etme çabasındayken kaçınılmaz vakayı şerriye vuku bulur. Diyalogumuz şu şekilde gelişir;

- Kamuran!!! Kamuran!!!
- …
- Lan!!! Kamuş!!!
- Gel la gel keranacı!
- Nassınız Kemal amca?
- Eyvallah koçum! Siz de hoş geldiniz çocuklar!
- Hayta baban nabıyo lan teres?
- İyi valla bildiğiniz gibi…
- Bunun babası var ya tam serseriydi küçükkene! Rahmetli anası sopayı beline beline çalardı da uslanmazdı.

Den ve patavat yoksunluğunun bünyede nasıl bir münasebetsizliğe yol açtığının vahim örneği. Şayet yanınızda kız arkadaşlar varsa durum daha da trajikleşir.

- Babası serseriydi ama bu hiç babasına çekmemiş. Tam bi sümüklüydü bu. Ota boka ağlarıdı.
- Ehehe abartmayın Kemal amca+%&/
- Yok yook! Paso dayak yeridi bu. Maçlarda da hep kaleye geçirirlerdi bunu.
- Ben hep sol açık oynadım Kemal amca
- Kızlar bu var ya 9 yaşına kadar altına işedi. Kazık kadar adamıdı anası bez bağlardı buna…

Görüldüğü gibi işin içine kızlar da girerse travma amcanız işi kişisel şova dönüştürmektedir.

Mala Vuruyon mu: söz konusu yaşlarda amcaya yalnızken yakalanılırsa olaylar bambaşka bir yönde seyreder. Bunu özel bir başlık altında incelemeyi uygun bulduk “ Mala Vuruyon mu?” Şimdi örnek diyalogumuza bakalım:

- Kamuran!!! Kamuran!!!
- …
- Lan!!! Kamuş!!!
- Gel la gel keranacı!
- Nassınız Kemal amca?
- Eyvallah koçum!
- Şşş!!! Mala vuruyon mu la?
- Ya Kemal amca
- Şşş söyle la götveren!
- Ehhömm ee şimdi Kemal amca
- Oha tık yok mu la yoksa?
- Ya Kemal amca ayıp oluy…
- Hayta babana söyle de seni mektebe götürsün la tospaa…

Travma amcalarının bir diğer önemli özelliği de ısrarcılıklarıdır. Yine bir örnekle inceleyelim;

- Vay Kamuran nassın la Allahsız tospaa?
- Saolun Kemal amca siz nassınız?
- Eyvallah koçum!!! Çay iç bişey iç…
- Yok Kemal amca benim ufak bi…
- İç iç çay söylim bişi söylim. Kamiiil!!! Koçum bize iki çay biri üç şekerli!!! Bakma la sığı sığır fırla!!!

Görüldüğü gibi ısrarcılıklarının yanı sıra kararları da sizin adınıza almaları sık rastlanan bir durumdur. Bkz: biri üç şekerli. Özellikle bu iki kavram travma amcaları için yeni bir konseptin gelişmesine önayak olmuştur.

Genç adamsın: travma amcaları bu ısrarcılıklarına ve başkaları adına karar verme huylarına çok iyi kılıflar bulurlar bunlardan en önemlisi “genç adamsın”.

- Abi ben tek şekerli içicem
- At lan aat genç adamsın

- Abi saol tokum
- Ye olm ye genç adamsın


- Ne lan iki gıram şeyi kaldıramadın asıl asıl genç adamsın



- Abi halı sahadan geldik yorgunum valla
- Fırla lan genç adamsın


Örnekler daha da çoğaltılabilir. Sonuç olarak. Travma amcaları “göster amcalara pipini” ile başlayan çocukluk ve gençlik travmalarının en acımasız ve en gaddar figürlerindendir.

Dilim Güzel Dilim


Bu gün size güzide dilimizdeki bazı güzide kelimelerin kökenlerinden bahsetmek istiyorum.


Homurdanmak: Büyük Selçuklular döneminde ortaya çıkmış bir kelimedir. Büyük Selçuklu sultanı Yoğrul bey zamanında yaşayan Homur baba diye de anılan Homur El-Tebrizî isimli bir fıkıh aliminin adından türemiştir.



Masa: tam kökeni bilinmemekle beraber Hun’ca ya kadar dayandığı düşünülmektedir. Orhun kitabelerinde bu kelimeye sık sık rastlanılmaktadır.


tosık dübür tolunmasa
ezik büzük yolunmasa
toruk begler korunmasa
kuresel ısınma mu


Silikon: farsça “Sâyılîk” kelimesinden türemiştir. Bu kelime Farsçada, ayakkabı anlamına gelmektedir. Dönemin İran’ında ayak fetişizmi çok yaygındı ve kadınlar erkeklerin ilgisini çekmek için ayakkabısız gezerdi. Böyle gezen kadınlara o dönem “Nâ-sâyılîk” veya “Sâyılîkûn” denirdi. Güzel ayaklı anlamına gelen bu kelime Anadolu’ya geldiğinde anlam kaymasına uğrayarak güzel göğüslü kadın anlamında kullanılmıştır.

Ataçoğlan der ki;


Telli turnam çişin gelir
Silikon dilber sökün gelir
Zülüfleri yolun gelir
Yar osurmuş yele karşı.



Okey: dilimize elden gelmiştir.


Çift okey: dilimize yerden gelmiştir.


Dürrük: dilimize Allah bilir nereden gelmiştir. Belki de böyle bir kelime yoktur hiç olmamıştır ben atmışımdır.



Gıdı: bu da yine kökleri orta Asya’ya kadar dayanan bir kelime. Manası yutkunmak olan bu kelime de yine zamanla anlam kaymasına uğramıştır. Ve günümüzde bebek kakası anlamında kullanılmaktadır. Alper Yonga sagusunda bu kelimeye rastlanır.

Izgık gıbış kıptırır
Gakguk guzuş mordurur
Ezdirir sarkıtır
Dil gıdıya degende.






Deyyus: ünlü divan şairi Dübürzade Hamdi tarafından götünden atmak suretiyle uydurulmuş bir kelimedir. Dübürün bu kelimeyi ne anlamda kullandığını da kimse çözememiştir. Ne anlama dahi geldiği bilinmeyen bu kelime günümüzde anlam bir şeylemesine uğrayarak bugün kim bilir ne için hangi anlamda kullanılmaktadır. Dübürzade’nin ünlü eseri "Taaşşuk-u Yavuşak" mesnevisinde bu kelimeye yer yer rastlanmaktadır. *

… evvel reha ile dûyunun hikmet-i sehâ gerekti
Kalb ile sükûn eden devrin nesr-i başşak geçekti
Umman-ı aşk ile tüyûn idüp haddin bilmez isen,
Kılma derman kîm helakim sana tarrak gerekti.





Tarumar: aslen Kolonca olan bu kelime de dilimize Koloncadan geçmiştir. Selçuksuz ve Osmansız dönemi Anadolu’sunda birileri Kolonya’yı işgal edince halklarla beraber diller de kaynaşmış, kelime de bu dönemde dilimize girmiştir. “ hikmet-i ihsan ile mâbada sirayet edenin, cevr-i zümresi kek olurmuş” sözü bunun üzerine söylenmiştir.





Kelek: kelimenin aslı Fransızcadır. –Celeque- ve dişi yabanterliği dili anlamına gelmektedir. Ama bizim dilimize Fransızcadan değil 12’nci y.y. da Sanskritçeden girmiştir. O yüzden de darbeli matkap anlamına gelmektedir.


Kaynak: Murat Çardakçı

* Mesenevi çok uzun olduğu için tamamını okuyamadık o yüzden "deyyus" kelimesinin mesnevinin neresinde geçtiğini bilmiyoruz.

Dikkat!

Algınızın ayarlarıyla oynamayın. Gördükleriniz gerçekten saçma şeyler.

Rûbai

Ey saki bir kadeh daha koy!
Yanına bir de elma soy
Sosyal ağlardan hayatın sırrını verenler
O laflar boy boy

Anne İkame Teorisi

Meşhur bir teori vardır "Anne İkame Teorisi" bu teori şunu öngörür. Çocukların ihtiyaç dahilinde olmayan istekleri karşılanmamalı ikame edilmelidir. Nasıl mı? Misal yemek yiyeceksiniz ve yanına kola iyi gider diye düşündünüz.

- Annee! bi kola alalım mı?
- Karpuz ye aynı şey

Canınız köfte mi çekti?

- Anne akşama köfte yapsana.
- Kurufasülye var evladım o da etli.

Diyelim abur daha olmadı cubur çekti canınız. Hayatta cuburdayamazsınız.

- Anne ya çukutala alıyım mı?
- Git bak dolapta elma var.

İşte bu psikozu ruhunun tüm derinliklerinde doyasıya ve çılgınca yaşayan başbakan bu gün asrın beyanatını verdi; Alkol içmeyin üzüm yiyin.

Demecin tamamı için tıklayınız

Korsan Tü dür, Kaka dır


Geçtiğimiz günlerde televizyonda bir programa denk geldim. Denk geldim diyorum çünkü televizyon izleyen bir insan değilim hatta televizyonum yok. Ciddi söylüyorum, televizyon almaya lüzum görmedim. Denk geldiğim programda süslüsünden bir şarkıcı hanım kızımız, -kendi tabirleriyle popçu- süslüsünden bir popçu hanım ablamız, -eskilerinden yani kendi tabirleriyle sanatçı- yakışıklı olduğunu zannedeninden bir popçu abimiz –hem eskilerinden hem de yapımcı ya da müzik şirketi sahibi ya da her ikisi de kendi tabirleriyle; ohoooo!!!!-. Tartışılan mevzu telif hakları yasası. Körler, sağırlar birbirini ağırlar misali herkesin ortak söylemi şu; korsan kullanmak hırsızlıktır. Çok da hırslılar hırsız derken. Kolay mı? Sırf bu korsan müzik mevzusu yüzünden bir çoğunun özel jeti yok. Boğazda villada oturamayan var. Çok daha sefil halde olanlar var mesela spor otomobili olup, arazi aracı olmayan. Arazi aracı olup spor arabası olmayan var. Zavallı sefil, fakir, ezik şarkıcılar. Hep bu korsancılar yüzünden. Korsan albüm almayın internetten müzik indirmeyin. Korsan hırsızlıktır Allah baba günah yazar.
Ama ben yine de düşünmeden edemedim hırsızlık nedir? Türk dilimizin yetkili kurumuna sordum aga bu nedir? Dedi ki; çalma arakçılık. Bir şeyi sahibinin izni olmadan alma, sahip olma, el koyma. Hırsızlık teknik olarak aslında birinin sahip olduğu bir şeyi ondan almaya dayanıyor. Yani birinin bir şeyini çalarsanız o şeye gerçek sahibi artık sahip olmaz. Ya da diğer açıdan bir şeyi çalınan bir kişinin varlığından bir şey eksilir. Korsancılıkla hırsızlığın farkı işte burada ortaya çıkıyor. Hırsızlıkta kayıp söz konusu korsanda ise gelecek olan potansiyel kazançtan mahrum olma. Aslında ikisi teknik olarak farklı şeyler. Bunu neden belirttim çünkü popçu abla, popçu abiyle kendisinin aydın olduğunu iddia edip, sözü “biz ne dersek o dur” a getirdi. Aydınlar! Aydınlığa gel ışığa gel! Ya da önce sesime gel sonra nereye gidersen git! Tabi aydınlar böyle şahadete gelince sunucu nasıl yaltaklanacağını bilemedi. Yaltak sunucuyu geçelim mevzumuza dönelim. Ha şimdi korsanın tam olarak hırsızlık olmaması onu yasal veya meşru bir şey yapmaz. Gayet tabi emeğin bedelini ödemeden haksız kullanımı söz konusudur. Şimdi ben bu beyaz balina aydınların Türkiyede yoksulluk ve açlık sınırının ne olduğunu, kaç kişinin bu sınırların altında yaşadığını bilip bilmediklerini merak ediyorum. Asgari ücret ne kadar? Kendi albümlerinin satış fiyatı ne? Bir ekmek kaç para? Bu albümler için ödenmesi gereken paraya hangi temel ihtiyaç maddesinden ne kadar alınabiliyor? Mum ışığım kendi erirken etrafa ışık saçanım aydınlat beni ki pervanen olayım. Müzik sizin neyinize lan pis fakirler! Ayağına giyecek donun yok müzik diyosun bilmem be diyosun ezik!!! Bu mudur? Evet aydın feryadı işte bu! Bir popçu ağlıyor gözleri yaşlı!!! Sonra popçu hanım kızımız dahiyane fikrini sunma tevazusunu bahşediyor biz zavallılara. Denetim sıklaştırılmalı cezalar ağırlaştırılmalı. Veeeeeee!!! Aydının düşman işgalinden kurtuluşu! Temsili milis kuvvetleri beyaz balinaları zalim korsanların elinden kurtarıyor. Popçu kızın zekası akvaryum balığıyla su kaplumbağası arasında bir yerde ama memelere laf yok silikonlar tam ayarında olmuş. Lepistes devam etti. Emek sömürüsü dedi hak dedi adalet dedi böyle kominis kominis konuştu. O böyle konuşunca benim aklıma hayatları boyunca emek sömürüsü nedir görmemiş pis burjuva tekel işçileri geldi. Ota boka arıza çıkaran şımarık görgüsüz herifler. Durduk yere saçma sapan sebeplerden ha babam ölen tersane işçilerini de düşündüm. Bir defa daha tiksindim onlardan. Ya madencilere ne demeli? Midemi bulandırıyorlar. Grizudan ölmeyi biliyorsun ama üç kuruş paraya kıyıp da bir albüm almayı bilmiyorsun. Elime bir tüfek alıp havyarın kilosu kaça bilmeyen bütün sendikasız, toplu sözleşmesiz, sigortasız çalışan aristokratları vurmak istiyorum. Bu ülke sizin gibiler yünüden böyle. Ey aydınların ne koşullarda yaşadığını bilmeyen aymaz yurdum halkı!!! Çek elini aydınımın cebinden…

Rûbai

Bir desti şarap içtim sızdım
Benzinim bitti yolda kaldım
Hikmetinden sual olunmaz bilirim de
Sen bizim kaderimizi Dostoyevski'ye mi yazdırdın?

de Ayrı

- Sende mi Brütüs?
- Ne?
- Bıçağım diyorum sende mi?
- He bende... allll sanaaaa!!!!
- Inngghh!!! sen de mi Brütüs?
- He ben de...

di'li Şimdiki Zaman


Senelerdir söylediğim bir laf vardır. Derim ki; su her zaman 100 santigrat derecede kaynamaz. Gerçekten de öyle. Su sadece safken 1 atm basınç altında 100 santigrat derecede kaynar. Yani suyun içinde çözünmüş mineraller tuzlar ya da her ne ise hatta havadan gelen CO2 ve O2 gibi gazlar bile suyun kaynama sıcaklığını değiştirir. Açık hava basıncının da deniz seviyesinda + 4 oC de 1 atm olduğunu da hesaba katarsak. Su arada sırada 100 oC de kaynar demek hiç de yanlış olmaz. Oysa bizim bildiğimiz bu değildi değil mi? Su 100 oC de kaynar. Peki ben bunu neden söylerim? Şimdi efendim insanlar arasındaki yaygın düşünce kendi hayatını kendinin yönettiği ve kendi aldığı kararlarla istediği yöne gittiğidir. Ama tıpkı suyun kaynamasında olduğu gibi insan hayatına etki eden sayısız parametre vardır. Yani insan aslında sadece koşullarının el verdiği ölçüde seçim yapabilir. Yani aslında hepimiz rüzgarda savrulan yapraklar gibiyiz.

- Rüzgarda savrulan yapraklar gibiyiz. Edebi bir dramatizasyon oldu mu?
- Olmadı.
- Klişe oldu dimi?
- Evet!
- Bence de evet!

Peki ne var bunda biz bunu zaten biliyorduk dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama duymuyorum. Sanırım siz de demiyorsunuz der gibi yapıyorsunuz. Lafa gelince biliyorsunuz! Bilmediğiniz başka bir şey var ama. En azından bir çoğunuzun bilmediğini tahmin ettiğim bir şey. Nöropsikiyatri dalında bol çalışma yapmış çok ödül almış bir zat var ki Benjamin Libet olarak tanınır. Adının bu olmasıyla alakalı olabilir. Şimdi bu Ben Libet – biz samimi olduğumuz için ben kendisine Ben diyorum. Ben kendime de ben diyorum bu gün iyi saçmalıyorum- bir çalışma yapmış bir tez ortaya atmış. Bunun için de bir deney yapmış. Efendim deneyde, Ben bakın b’yi büyük yazıyorum benle karıştırmayın zira az sonra anlatacağım caniliği yapan ben değilim Ben. Deneyde, hastaların kafatasları açık ve beyinleri kabak gibi ortadayken beyinlerinin belli bölgelerine küçük elektrik şokları vermiş. Üstelik bu esnada hastaların bilinçleri açık. Zira bütün bedeni hisseden beyin hissiz bir organdır. Beyin hissetmez. Belki de bu yüzden kendimizi kötü hissettiğimizde beynim kırıldı demiyoruz. Hastaların beyinlerinin belli bölgelerine şok vermesinin nedeni sanki bir yerlerine dokunuluyormuş gibi hissetmelerini sağlamak. Beyninizin uygun bölgesi uyarıldığında elinize ya da kolunuza dokunuluyormuş gibi hissedersiniz. Bu yapay hissi yaratırken de hastanın bilinç düzeyinde farkındalığının da süresini ölçmüş. Yani aslında hastanın kendine dokunulduğunun ne zaman farkına varacağını bilmek istemiş. Ve bu süreyi 500 milisaniye olarak tespit etmiş. Yani insanlar ancak yarım saniye sonra kendilerine dokunulduğunun farkına “bilinç düzeyinde” varabiliyorlar. Biz bir yerimize değdiğimizde bunu anında hissediyormuşuz gibi geliyor ama öyle değil. Ve bu sadece dokunma için de geçerli değil. Tüm uyaranlar için bu böyle. Yani bizim şimdi “şu an” dediğimiz her şey aslında yarım saniye öncesi. Aslında zamanı tam yarım saniye geriden takip ediyoruz ki bu beyin için çok uzun bir süre. Örneğin bir videoda görüntüyle ses arasındaki yarım saniyelik kayma bilinç düzeyinde bile fark edilemeyecek şey değil. Bir de beynin çalışma hızını düşünün gerçekten uzun bir süre bu 500 milisaniye. Ama her nasılsa şimdide yaşıyoruz. Daha da ilgincine gelecek olursak, Ben bununla da yetinmemiş. B’ye dikkat! Ve bu defa olayı tersten kurgulamış. Bu defa hastalara parmaklarını istedikleri zaman kıpırdatmalarını söylemiş ve bu esnada hastaların parmak kıpırdatmak için gereken sinirsel aktiviteyi göstermeleriyle bunun “bilinç düzeyinde” farkına varmaları arasındaki zaman farkını ölçmüş. Sonuç daha da ilginç. Hastanın parmaklarını kıpırdatma aktivitesi, bilincinin bunun farkına varmasından yine 500 milisaniye önce gerçekleşiyor. Karar verme dediğimiz şey ise bilinç düzeyinde bilinçle yapılan bir aktivite. Ama önce hareket geliyor, karar ise sonra gerçekleşiyor. Başka bir değişle biz karar verdiğimizde çoktan eyleme geçmiş oluyoruz. Ama yine bunu sanki önce karar vermiş sonra harekete geçmiş gibi yaşıyoruz. Peki hareket karardan önce geliyorsa kararı kim veriyor ya da bizi kim ya da ne harekete geçiriyor? Bir başkasının bizim adımıza karar vermesi tabi ki söz konusu değil. Ama açık olan şey de bunun bilinç seviyesinde olmadığı. Buyurun cenaze namazına. Ben bir şey yapmak istediğimde bunun kararını ben vermiyorsam kim veriyor Ben mi? Bir de tabi özgür irade sorunsalı var. O konulara hiç girmeyeyim. Giren zaten girmiş ve işin içinden de henüz çıkamamış. Gerçekten ciddi bir açmaz. Ben’in deneyleri için eleştiriler de olmamış değil ama henüz bu açmazdan kurtulmak için alternatif bir teori ortaya atılmış da değil.

Aslında buraya linkini koyacaktım vazgeçtim. Gogıldan arayın lan o kadar ilgiliyseniz bana ne. Armut piş ağzıma düş oh. Hem yazalım hem linkini verelim. İyi be! Bundan sonra da kimse bana lö lö yapmasın. Bunları bana kim yaptırıyorsa gidin bulun derdinizi ona anlatın.

Sesimizi Duydular




Ocak 2010'da yayımladığımız "Uzun Donlu Kişot" başlıklı yazımız büyük yankı yarattı ve sonunda terete yetkilileri konuyla ilgili olarak çalışma başlattılar ve "İş Makinesi TV" yi kuracaklarını açıkladılar. Farazi alemin favori haber sitelerinden zaytung nokta kom da yer alan haberlere göre;


Son birkaç aydır yeni kanal açamayan ve kurum içinde bunun sıkıntısını yaşayan TRT, yeni kanalları İş Makinesi TV'yi dün akşam düzenlenen bir kokteyl ile basına tanıttı. Hedef kitle olarak kendisine inşaat ve yol çalışmalarını büyük bir ilgiyle takip eden orta yaş üstü işsiz güçsüz tayfasını ve emeklileri seçen İş Makinesi Tv, vinç, grayder, buldozer, kepçe gibi araçlar ve daha bir çok sürpriz iş makinesinden oluşan Makine Parkı ile yeni yayın döneminde oldukça iddialı.

Haberin detayları için tıklayınız.

http://zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=19131

Bu Gün Neler Öğrendik?

Allahla kul arasına biri girerse Allah tutulması oluyormuş.

Hayyamdan Pratik Bilgiler

Banyo aynalarınızın buğulanmasını istemiyorsanız traş köpüğü ile silin

Patatesin çıtır çıtır olmasını istiyorsanız sirke katmayın, yağ patlar. Sirkeli suda bir sure bekletin, kurulayın ve öyle kızartın

Gözlüğünüzün vidası çok çabuk çıkıyorsa vidayı takmadan önce, vidanın gireceği deliğe renksiz oje damlatın vidayı öyle takın

Yeni ayakkabılarınız ayağınızı sıkıyorsa onları bir kaç dakika buhara tutun.

Makasınızı bilemek istiyorsanız, zımpara kâğıdı kesin.

Mobilyaların yerlerini değiştirdiğinizde halıların üzerinde iz bırakır. Bu izleri yok etmek için izlerin üzerine bir parça buz koyun ve erimesini bekleyin. Daha sonra üzerinde elektrik süpürgesini gezdirin. İzden eser kalmadığını göreceksiniz.

Üst üste koyduğunuz bardaklar yapışıp çıkmıyorsa bir leğenin içerisine koyun üstteki bardağın içerisine buz koyup leğenin içerisine yavaş yavaş sıcak su koyun. bardaklarin kolayca çiktigini göreceksiniz

Satın aldığınız plastik ve cam esyalarin üzerine yapıştırılan etiketlerden kurtulmak için etiketin üzerine yemeklik margarin sürün ve 15 dakika bekletin. Bir bez ile ovalayip yıkayın üzerinde hiç bir leke ve çizilme olusmayacaktir

Pamuklu giysilerinizin çekmemesi için ilk yıkamada bir gece soguk suyun içerisinde bekletin, sonra yıkayın, çekmeyeceklerdir

Duvarınıza çivi çakacağınız zaman işaretlediğiniz yerin üzerine çapraz bant yapıştırın. çiviyi öyle çakın. böylece duvarın alçısını çatlatmamış olacaksınız.

Fırında patates yapmadan önce, 10-15 dakika haşlayın ve çatal ile delin. Daha kolay pişecektir.

Büyük miktarda patatesiniz var ise torbanın içerisine bir adet elma koyun. 8 hafta boyunca filizlenmesini ve büzüşmesini önler.

Sıcak havalarda ki hava zaten genellikle sıcak bir şeydir, fısfıslı bir cam sil şişesine soğuk su doldurup, karşısına geçtiğiniz vantilatöre sıkın.

Daha sıcak havalarda ki… tişörtünüzü o fısfısla sıklam olmayacak şekilde ıslatın.
Sonra 5 dakika kadar buzlukta bekletin katılaşmadan alın giyin. Oh mis!

Diyelim ki sevgilinizin çıplak bedenine mum damlatmak istediniz. Ama mumu halıya damlattınız. Sonra çıkarın fanteziyi yarım bırakmayın.

Mumu çıkarmak için üstüne bir parça kağıt yerleştirin ve üstünde sıcak ütüyü gezdirin. Dikkat edin halıyı yakmayın.

Soğan doğrarken gözleriniz yansın istemiyorsanız, soğanı başkasına doğratın.

Soğan doğrarken elleriniz koksun istemiyorsanız yine soğanı başkasına doğratın.

Siz en iyisi soğan doğamayın.

Yeni aldığınız beyaz tişörtünüz vişne suyu lekesi olsun istemiyorsanız, vişne suyu içerken başka tişört giyin. Ya da üstünüze dökmeyin.

Baş ağrınız bir türlü geçmiyorsa irice bir turfanda hıyarı kıçınıza sokun baş ağrınızı unutacaksınız.

Acı hatıralarınız fazla yer kaplıyorsa rar’la sıkıştırabilirsiniz. Formatı destekliyor.

Gözyaşının lekesi kalmaz ağlamaktan korkmayın.

Güvendiğiniz dağlara yağan karı eritmek için tuz basın.

Kırılan kalbinizi derince bir leğenin içinde suya batırın. Suya bolca hayal ve umut katın yeni gibi olacaktır.

188 ocak 2010

OLMADIK ŞEYLER DÜŞÜNÜRKEN BULUYORUM BAZI BAZI KENDİMİ/3

Misal bugün kendimi bazı bazı ne gibi hissediyorum ya da hissetmiştim üzerine düşündüm. Ciddi ciddi yaptım bunu.

Bazen kendimi bomba gibi hissediyorum.

Zımba gibi hissettiğim de sıklıkla görülür.

Bazen kendimi merdiven gibi hissediyorum.

Bazen de tır kamyonu. Alabildiğine dolu.

Bazen kendimi çıkmaz sokak gibi hissediyorum. Sadece kadınların girip çıktığı.

Bir defasında kendimi cacık gibi hissetmiştim. Hıyar değil ama cacık. Karışmasın.

Bazen kendimi ansiklopedi gibi hissediyorum. Bir sürü gereksiz bilgiyle dolu.

Bir defasında kendimi telefon gibi hissetmiştim. Şimdi neden o zaman öyle hissettim hatırlamıyorum.

Seyrek olmakla birlikte kendimi tam bir dal yaprak gibi hissettiğim de olmuyor değil.

Dönemsel olarak değişen sıklıklarda kendimi yangın hortumu gibi hissetmiyor muyum? İşte ona bayılıyorum.

Bir ara kendimi duvara asılı elek gibi hissetmiştim. Hatta bununla ilgili bir şey de yazmıştım hafızam beni yanıltmıyorsa.

Bazı alkol sabahları kendimi enkaz gibi hissediyorum. O sabahlar işe gitmekten nefret ediyorum. Bence alkol sabahları resmi tatil olmalı.

Bazen de kendimi italik font gibi hissediyorum. Belki duruşuma bile yansıyordur.

Periyodik olarak çimen gibi hissederim kendimi ve fillerden nefret ederim o vakitlerde.

Kendimi soba gibi hissettiğim çok oldu ama hiç klima gibi hissetmedim.

Kendimi tabela gibi de hissettiğim anlar yok değil. Ama ekseriyetle işaret ettiğim yöne sapılmaz. Geri dönüldüğünde de ben artık tabela gibi hissediyor olmam.

Ama kendimi bijon anahtarı gibi hissetmekten nefret ediyorum. Bijon anahtarları sadece ihtiyaç olduğu zaman hatırlanır.

Mesela pasta üstündeki mum gibi hissetmeyi de sevmem. Bir süreliğine pastadan bile önemli. İşin bitince eyvallah baba.

Kalem gibi de hissediyorum. Dikte ettiriliyorum.

Şimdi kendimi rüzgar çanı gibi hissediyorum. Olmasam da olur. Olmazsa olmaz olsaydım daha iyiydi ya… neyse…

Köprü ve Viyadükler Önce Donar

……….uykusuz bir gecenin öğleden sonrasında…
- Tünaydın gertrude hanım 155’i arar mısınız?
- Tabi bağlıyorum hayyam bey.
- Alo ben horatio buyurun?
- (horatio mu? İlginç) merhabalar horatio bey küçük bir trafik kazası oldu da…
- Geçmiş olsun var mı ciddi bir şey?
- Yok yok önemli bir şey yok.
- Aman aman dikkat etmek lazım.
- Evet.
- Nasıl oldu?
- Ya işte filanca yerden falancasına dönerken biraz hızlı girmişim açıktan alınca bilmem neye hafifçe bir dokundum.
- Hmmm! Geçmiş olsun siz iyisiniz?
- İyiyim iyiyim.
- Peki benden ne istiyorsunuz?
- Ne mi? Ya bir ekip gönderseniz mesela? Zabıt falan tutsalar?
- Valla siz aslında polisi arasanız daha iyi olmaz mı?
- ???
- Ben bilgi işlem horatio.
- Alo ben horatio diye açınca bir gariplik sezmiştim zaten.
- Evet olur öyle. Dahiliden 155 aranınca bize düşüyor teknik destekçilerin bir cilvesi işte.
- Değil mi değil mi?
- Tabi tabi…


… Uykusuz ve çok çalışılmış bir gecenin sabahında şirket yöneticilerinden birine yazılmış bir mailde…

Falan oldu filan oldu bilmem neler pörtledi zırtlar bırtladı. Bilgilerinize sunar, “iyi günler iyi çalışmalar dilerim” yerine “iyi geceler iyi uykular dilerim.”

Yalnış Bildiğim Kelimeler

Yalnış, yanlız, şarz, deşarz, şemşiye, kirbit, tiskinme, dokan, bineanaleyh yok binealaleyh değil bienalalyeh işte o Demirel'in dediğinden...

RUBAİ

Yar pamuk elinle bir kadeh daha doldur
Tarihin en boktan icadı cep telefonudur
İyi şeyler de zararlıdır bilmez misin
Her şey zehirdir mühim olan doz dur

De Get!!!

Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git! Zaten gitmekten bahsediyordun.
“sana gitme demeyeceğim”
döner misin bilmiyorum? Bu ve tıpkı çekim soruları sonraya bırakıyorum.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git.
Pasaklının ötesinde bir pislikle yaşarlar böyle günlerde. En gerekli, en elzem eşyaları kaldırırlar göz önünden. Misal barometreyi buzluğa koydum. Gözüm görmesin! Oysa kim bilir dışarıda hava basıncı kaç bar? Tribüşonu özellikle saklıyorum. Tam efkara gark olup içmeye niyetlendiğimde bulamayayım. Talihsizliğime ve şanssızlığıma bir kez daha doya doya yanayım. Başka türlü etki etmez bünyeme o acılı aşk şarkıları alt yapıyı iyi kurmam lazım.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git!
Yeri gelmişken söyleyeyim, çok içer depresif adamlar. Ve kimse sarhoş bir adamdan daha manasız sorular biriktiremez. Ve kimse incir çekirdeğini doldurmayacak sorulara sarhoş bir adam kadar ehemmiyet vermez.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git!
Boş yere tiksinme benden. Giderken bulaşıkları da yıkarsan, itiraz etmem. Görüyorsun ya önem listemde neler daha üst sırada bu ara.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git!
Ben de çıkıyorum zaten. Yağmur yağacak. Çıkıp yakalanmam gereken bir sağanak var. Sonra taşa takılıp sendeleyeceğim. Ana avrat sövmem gerekli bu durumda. Bir de bir araba üstüme su sıçratırsa daha ne isteyeyim.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git!
Birazdan buzluğu açacağım orada barometreyle karşılaşacağım. Sinirim zıplayacak kabalaşacağım. Uyarmadı deme.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git!
Yarım bırakırlar böyle zamanlarda. Üç film koydum sıraya yarım bırakmalık. İlki eski yaraları depreştirecek, ortasında bırakıp çok fena vurdulu kırdılı bir şeye geçeceğim. Onunda göbeğine yakın bir yerinde kesip tosun paşayı izleyeceğim. Yarım bırakırız böyle zamanlarda yarım kalma.
Çekilmez olur erkeklerin depresif halleri. O yüzden şimdi git!
Manasız şeyler yaparlar böyle zamanlarda. Misal önümüzdeki yirmi dört saat çekeceğim bütün acıları çok iyi ve sistemli bir şekilde planladım. Buna yokluğun da dahil.


122 ocak 2010

01:1119

OLMADIK ŞEYLER DÜŞÜNÜRKEN BULUYORUM BAZI BAZI KENDİMİ 2


*İmansız gerçekten de dinsizin hakkından gelebilir mi?

*Dinsizin hakkından imansız gelirse imansızın hakkından kim gelir?

*Dinsizle imansızı birbirine düşürmek emperyalistler arasındaki çelişkiden faydalanmaya eşdeğer bir olgu mudur?

*Yoksa dinsizin hakkından imansızı getirmek pis işlerini maşalara yaptırmak gibi mafyavari ve ahlak dışı bir davranış mıdır?

*Dinsizle imansızın mücadelesinden fayda sağlamak etik açıdan ne derece doğru bir davranış biçimidir?

*Dinsizle imansızın ateizm ortak paydasında birleşip bu işten fayda uman kişiye musallat olmaları olasımıdır?

*Böyle bir durumda ikisinin hakkından da satanist mi gelir?

*Dinsizle imansız ittifakı toplumdaki hatların keskinleşmesine ve de cepheleşmeye mi dâlâlettir?

*Böyle bir mücadele, toplumun diğer kesimlerine nasıl yansır?

*İttifaklar toplumdaki eğilimli kesimlerden yandaşlar ve mücadeleye hazır fedailer bulabilirler mi?

*Böyle bir durumda toplum bir iç hesaplaşmaya sahne olur mu?

*Bu süreç tahlil edildiği takdirde bu mücadelenin devrimle sonuçlanabileceği çıkarımını yapmak başarılı bir tahlil olur mu?

*Yoksa imansızın hakkından geleceğini anlayan dinsiz bu durumdaki zararını minimize etmek için mücadeleyi kaypak bir zemine mi taşır?

*Böylesi sinik ve kaypak bir tavır dinsizin karakteriyle bağdaşır mı?

*Hakkından gelmesi için imansızlardan bile medet uman dinci softaların aksine dinsiz durumunu kabullenip imansızla yüzleşmek gibi delikanlılığa yaraşır bir davranış biçimine girebilir mi?

*Bu durumda öz güveni pekişen dinsizin, imansızın hakkından gelmesi mümkün müdür?

*İmansızın hakkından geldiği takdirde dinsiz, nifakçı ve hizipçi, muhafazakar ve kökten dinci kesime yönelip “elim değmişken şunların hakkından da geleyim” gibilerinden idealist bir davranış biçimi benimseyebilir mi?

*Bu lafın ortaya çıkmasına sebep olan iman sahibi kişilerin davranış biçimi savundukları görüşlerle çelişmez mi?

*Ayıp, yazık ve dahî günah değil midir?

*”Dinsizin hakkından imansız gelir” sözündeki “dinsiz” ve “imansız” arasındaki ilişki “Deli kendinden deliyi görünce sopasını saklarmış” sözündeki “deli” ve “kendinden deli” arasındaki ilişkiye benzer midir?

*Atalarımız neden kendi işlerini kendileri görmek yerine “imansız” ve “kendinden deli” gibi karakterlerden medet umarlar?

*Atalarımızın bu davranış biçimi sahip olduğumuz toplumsal miras açısından düşmanımın düşmanı dostumdur görüşünü meşru bir zemine oturtur mu?

*Yoksa “imansız” ve “kendinden deli” toplumun harcanabilir yada feda edilebilir kesimleri midir?

*”İmansız” ve “kendinden deli” toplumumuzda insani açıdan daha mı değersizdir?

*Eğer öyleyse bu medeni bir topluma yakışır mı?

*Yoksa bizim toplumumuzda medeniyetin M’si bile yok mu?

*Toplumun çoğunluğunu oluşturan ve insani değerlere daha fazla sahip çıkması gereken yoksul kesim M bakımından bile fukara mıdır?

*Yoksa bu onun burjuva özentisi karakterinin ve bireysel kurtuluşu arayan köşe dönmeci zihniyetinin bir ürünü müdür?

*Bunun bir sonu var mıdır?

*Varsa nerededir?

SAHİBİNDEN SATILIK İKİNCİ EL AFORİZMA

Yardan serden geçip tanjant gibi sonsuza ıraksayabilmeli yeri geldiğinde.

Ve tanrı kadını yarattı… ve ardından repleri görelim dedi…

Herkesin bir godot’su vardır, bir de yel değirmeni.

Kasmayalım da esneyelim mi?

Her yasağı delecek uygun bir DNS vardır.

Hayata dair boyundan büyük ahkam keseceğine git ekmek kes.

Hayyam n’oluyo götün başın onuyo.

Yeter lan vurmayın adam öldü.

Aforizma ne lan?

Fayda var arada boşa almakta.

Fayda var arada başa almakta.

Yeteri kadar hızlı dönerse kıçını bile avuçlayabilir insan.

Gogıl örtten bakınca bizim ev de denize sıfır.

Denizi görmesini bilirsen bütün evler denize sıfır. En fazla bir.

Öküz altında buzağıyı en iyi kalbi kırık erkekler arar.

Edip Cansever'i, ara ara okumakta sonsuz fayda var.

Aforizma sıçıyormuşum gibi geliyor ama sıçtıklarımı aforizma sanıyorum.

RTE bile siyasi ahlaktan bahsediyor. Ben neyden bahsetsem mübah artık.

De’yi ayrı yaz sen ne olur ne olmaz.

Şaka lan bunların hepsi.

Yaş ilerledikçe sevişmedeki amatör ruhu yitirmek tüm insanlığın ortak sorunu.

Bütün sular sonunda denize kavuşur.

Bitmez sanırsın ama biter.

Bir kii üç tıp!

DENEME 1, 2, 3

Deneme bir kiii üç…. se a ssssesss ssess kontrol ssse a e ko eeee ko!!!!! Sayın yolcularımız hoş geldiniz. Yer: Zeytinburnu İstanbul. İstikamet: Davutpaşa. Tarih: Bilmem kaç haziran ikibin sekiz. Saat: Sabahın körü. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki biz de sizin gibi hatta dünyada yaşayan 7-50 yaş arası sağlıklı, hatta sağlıksız, şu veya bu şekilde normal, hatta anormal bir hayat süren insanların %70’i gibi pazartesilerden nefret ediyor hatta sabahlarından tiksiniyoruz. Kalan %30’un %60’i emekli, %12’si okul çağına gelmemiş çocuklar, %9’u derin komada yatan hastalar %8’i üniversiteyi benim okumuş olduğum gibi okumakta olan öğrenciler, %1’i de sizin ve bizim gibi sabahın köründe kalkıp hafta boyu ve hafta sonunun bir kısmını köpek gibi çalışarak geçiren insanların emeklerini sömüren siki taşağına denk götüyle trampet çalan insanlar ve geriye % kaç kalıyorsa o kadarı da Afrika kuzey güney Amerika orta Asya ve Avusturalyada yaşayan yerli kabileler. Bu yüzdeler tahmini hatta götümüzden atıyoruz bile diyebiliriz. Fakat siz yine de siz olup bu değerlere itiraz etmeyin sabah, sabah asabımızı zıplatmayın ağzınızın ortasına çarparız demedi de demeyin. Pazar akşamımız pek çoğunuz gibi bu sabahın gelmesinin kaçınılmaz olması ve yalnızlık, kaybetmişlik duygusu, parasızlık, pulsuzluk, çulsuzluk evde izlenecek iyi bir film kalmamış olması gibi sebeplerden ötürü pek de keyifli geçmedi. Bu günün haftanın ilk iş günü olması sebebiyle dün akşam erken yatmaya niyetlendik pek çoğunuz gibi uyuyamadık. Nedeni ise yine pek çoğunuz gibi Pazar günü öğlene kadar sığır gibi uyumuş olmamız. Bazılarınız gibi dün akşam internette biraz takılıp can sıkıntımızı gidermeye çalıştık. Hatta “hottest girls you can ever imagine” tadında reklam bannerlarına bile tıklamadık desek yalan olmaz. Sonra bazılarınızdan biraz daha azının yaptığı gibi kendimizi kandırdık ve iki bira atarsak uykumuz gelir dedik ve öküz gibi altı bira içtik. Yoksa yedi miydi? Neyse… karga bokunu yemeden saatimiz çaldı ve beş dakika daha diye erteleye erteleye zaman limitini sonu kadar kullanıp, yataktan fırladık yüzümüzü doğrarcasına kese biçe tıraş olup yalap şap kahvaltıyla bu noktaya kadar geldik. Uykusuzluğun ve akşamdan kalmalığın kaçınılmaz sonucu olarak görünüşte fiilen uyanık, mecazen uyanıklığın yanından bile geçmeyen andaval bir postürdeyiz. Ve hepiniz gibi biz de son derece asabiyiz. Zihinsel durumumuz ise çok daha çetrefilli. Uyanık bir insanın sahip olduğu zihinsel dinamizmle birlikte, afyonun patlamamış olmasından mütevellit uyuşukluğun yarattığı zihinsel kontrol mekanizmalarının denetiminden yoksunuz. Bize kalsa koşaraktan yatağa döneriz. Zira bu ruh haliyle dehşet bir cinayete tanık olsak şahitliğimizi bile kabul etmeyiz. Ama bize kalmıyor. Yolculuğunuzun keyifli geçeceği yönünde bir taahütümüz yok hatta varış noktanıza sağ salim varacağınızı bile garantilemiyoruz. Yolculuğumuz az önce belirttiğimiz nedenlerden dolayı yarı kontrollü rüya görme tadında yokuş aşağı boş viteste bilişsel bir akış olarak geçecektir. İlk uyaranımızla akışımız başlayacak öğlen yemeğinden sonraki rehavet geçip akşam üstü ayılıncaya kadar şuursuzca sürecektir. İlk uyaranımız geldi bile. Karşıdan gelen kumaş pantolon altına geçirdiği parmak arası terlikleriyle moda dünyasında çığır açmayı amaçlayan bu arkadaşın eşcinsel olma ihtimali üzerine tartışma yapabiliriz. Ama ful aksesuar keko görünümlü bu arkadaşın çizdiği profil yapay da olsa bile bir homonun inceliğinden oldukça uzak. Olsa olsa homofobiktir. Ve muhtemelen bütün gün her gördüğü kadının kıçına bakarak iç çamaşırı izi arayarak tanga giyip giymediği üzerine derin bir zihinsel performansla isabetli tahminler yürütmeye çalışmakta, sık, sık tüm mal varlığının yaklaşık %60’ına tekabül eden cep telefonundaki kısa porno görüntülere bakarak 31’e malzeme çıkarmaktadır. “bir homonun yapay inceliği” ibaresini de biraz açmakta yarar görüyorum. Tüm tasarımcılar gibi tanrı da insan denen yaratığı tasarlarken bir kaba taslak yapmıştır. Buna halk arasında genel olarak erkek denir. Ama öküz sığır ayı gibi adlandırmalar da sıklıkla yapılmaktadır. Kadınların bir kısmı içgüdüsel nedenlerle kaçınılmaz bir diyalektik hata yapar. Bu kadınlar erkeklere aşkım sevgilim canım cicim bir tanem gibi isimler takarlar. Fakat öyle ya da böyle acı gerçeğin farkına varan bu kadınlar, bu taslak insana diğerlerinden daha acımasız isimler yakıştırırlar. Eşşoğlueşşek, hayvanoğlu hayvan bunlar arasında en yaygın olanlarıdır. Bu arada üst geçit merdivenlerinin başında ortasında ve üstünde ve üst geçitte kendilerince insanların vicdanlarını harekete geçirecek türlü argümanlarla sadaka koparmaya çalışan dilenciler dikkatimizden kaçmıyor. Bir insan dilenciye niye para verir ki? Bu konudaki en yaygın açıklayıcı düşünce, yardıma muhtaç insanlara karşı toplumsal sorumluluğunu yerine getirerek vicdani rahatlama sağlamaya çalışma ve bu rüşvetle sevap kazanarak öbür dünyada cennetten bir parsel koparma çabasıdır. Ama biz biliriz ki dilenciler yardıma muhtaç insanlar değildir. Hatta kendine para veren insanların pek çoğundan daha iyi bir ekonomiye sahip olduklarını söylemek yanlış olmaz, olsa da umurumuzda olmaz çünkü pazartesi sabahındayız işe gidiyoruz ve dünya yansa da tatil olsa diye umuyoruz. İnsanların dilencilere para vermelerinin nedeni, ne sevap kazanma, ne toplumsal görev, ne acıma, ne de merhamettir. Neden çok daha basit bir duygudan kaynaklanır. Bu duyguya biz umut diyoruz. Bazıları bu ismi çocuklarına takıyor ama biz duyguya takmayı tercih ediyoruz. Bu arada duygu bir kız değil takmaktan kastımız da o anladığınız şey değil. Hissiyat güzel kardeşim zıplama ordan öööle!... geç geç kapıya yanaş bu durakta inicez. Ne diyorduk? Ha umut. Evet umut. Umut genellikle iyi yada güzel bir şeye kavuşma yada onu elde etmeye yönelik bir inancı tanımlamakta kullanılan bir sözcük fakat biz burada onu, bir düşkünle karşılaşan bir insanın verdiği tepkiyle bağdaştırdık. Bu size garip gelebilir gelmiyorsa son kısmı bir daha okuyun, hala gelmiyorsa devamını okumayın ne demek istediğimizi zaten biliyorsunuz demektir. Günaydın Yalçın abi… insanlar dilencilere para verirler çünkü bir gün kendileri de yardıma muhtaç bir duruma düşerlerse, kendilerine yardım eli uzatacak birilerinin çıkacağını umarlar ve buna inanmak isterler. Ama babayı alırlar zira düşene bir tekme de ben vurayım diyen yine aynı insan… günaydın Mehmet bey neyse biz işe başlayalım siz de kendinize oyalanacak bir şeyler bulun ilk fırsatta tekrar döneceğiz bu konuya eğilmeyeceğiz daldan dala atlamayı sürdüreceğiz. Dalın lan! Sabah sabah!!!

HEMŞERİM MEMLEKET NİRE?

-Nerelisin?
-Ankara
-Neresinden?
-Mamah!
-Nerelisin?
-Adanalıyıh!
-Nerelisin?
-yerliyim
-Nerelisin?
-terliyim
-Nerelisin?
-yolluyum
-Nerelisin?
-şanlıyım
-Nerelisin?
-delikanlıyım
-Nerelisin?
-ballıyım
-Nerelisin?
-kıllıyım
-Nerelisin?
-saklıyım
-Nerelisin?
-gizliyim
-Nerelisin?
-aşılıyım
-Nerelisin?
-ilgiliyim
-Nerelisin?
-bilgiliyim
-Nerelisin?
-şanslıyım
-Nerelisin?
-allıyım
-Nerelisin?
-sarılıyım
-Nerelisin?
-yaralıyım
-Nerelisin?
-taralıyım
-Nerelisin?
-çilliyim
-Nerelisin?
-karlıyım
-Nerelisin?
-kârlıyım
-Nerelisin?
-50’yim
-Nerelisin?
-50’si de belliyim
-Nerelisin?
-kelliyim
-Nerelisin?
-felliyim
-Nerelisin?
-dilliyim
-Nerelisin?
-kurtluyum
-Nerelisin?
-alımlıyım
-Nerelisin?
-çalımlıyım
-Nerelisin?
-yalıyım
-Nerelisin?
-çalıyım
-Nerelisin?
-kutluyum
-Nerelisin?
-dertliyim
-Nerelisin?
-ağlamaklıyım
-Nerelisin?
-deliyim
-neresinden?
-içinden…

Kuantum Mekaniksel Aşklar ya da Zor İş Ben Olmak Vesselam




Her ay düzenli aldığım dergilerin bir çoğunda bu ay CERN’de yapılan ATLAS deneyine geniş yer verilmiş. Hatta Bilim ve Teknik bu sayısını buna ayırmış diyebiliriz. Bir tek Le-Manyak’ta konuyla alakalı bir şey göremedim. Neden acaba? Bu ve benzeri deneyler aslında yıllardır yapılıyor. Hem de sadece CERN’de de değil. Dünyada bu konuda çalışan 10 civarı enstitü ya da merkez var. Hatta aralarında ciddi rekabet var bile denebilir. Bu son deneyi bu kadar meşhur yapan iki şey var biri maliyeti diğeri ise konuyla ilgili bilgisi olmayan birkaç medya dangalağının, bilim adamlarının deneyle ilgili yaptıkları açıklamalardan cımbızla çektikleri bir kelimeyle insanları paniğe sevk ederek bundan prim yapmaya çalışması. Karadelik!!! Aman allahım!!!




Ben size bu gün bu deneyden bahsetmeyeceğim ama bu deneyin vesilesiyle başka bir şey anlatmak istiyorum. CERN’de özetle atomaltı parçacıklar inceleniyor diyebiliriz. Bu parçacıkların ilginçlikleri saymakla bitmez. Her birinin ayrı bir yapısı ve karakteri var. Tıpkı bizler gibi. Evet bizler gibi karakterleri var ve fiziksel varlıklarının yanında karakterleriyle de evreni etkiliyorlar. Fazla terminolojik detaylara girmeden birine şöyle bakalım. Parçacıkların en meşhuru elektrondur. Elektron çok çok çok çok küçük bir parçacıktır. Hatta parçacıklar dünyası için bile oldukça küçüktür. Kütlesi protonun kütlesinin iki binde biri civarında minicik mini minnacık parçacık içi dolu turşucuk. Bu kadar küçük olmasına karşın yıldırımlardan, radyo dalgalarına, televizyonun renkli göstermesinden, yayınlanmasına, uydu haberleşmesinden, ısınma enerji vs tüm elektrik olaylarından tek başına sorumludur. Sikim kadar boyu var türlü, türlü huyu var sözü sanki elektron için söylenmiş. Dedik ya parçacıkların da bizim gibi karakterleri var. Elektronun da bir karakteri var ve bu sayede evrene kütlesinden ve hızından ayrı olarak bir etki yapıyor. Elektronun etrafında bir elektrik alan vardır. Bu elektrik alan işte onun karakterinin çevresine etkisidir.
Bir elektron bir başkasıyla karşılaştığında hızlarına ve enerjilerine bağlı olarak birbirlerine ancak belirli bir mesafeye kadar yaklaşabilirler. Ama etraflarındaki elektrik alandan kaynaklanan itme kuvveti eninde sonunda baskın gelir ve bu iki elektroncuk birbirlerine dokunamadan tekrar uzaklaşırlar.



Ben bu davranışı oldum olası çok insancıl bulmuşumdur. İnsanlar da tıpkı parçacıklar gibiler. Karakterimizle birbirimize fiziksel varlığımızın ötesinde etki yapıyoruz. Kendimize bir etki alanı belirliyoruz o alanı hakimiyet alanı olarak addedip içine kimsenin girmesine izin vermiyoruz. Bu yüzden kişisel eşyalarımızın başkaları tarafından kullanılması bizi gıcık ediyor. Bu yüzden ofiste masamıza paldır küldür oturup kafasına göre bir şeyler yapan tiplere uyuz oluyoruz. Bunun en bariz örneğini asansörlerde görebiliriz. Asansörler yabancıların birbirleriyle mecburen çok yakın mesafede yalnız kaldıkları ortamlardır. Bu durumda insanlar kendilerinin etki alanlarına izinsiz girilmiş hakimiyet alanları işgal edilmiş hisseder. Aynı zamanda bir başkasının etki alanı içinde kendi rızası dışında bulunduklarını hisseder. Bu yüzden asansörler gerilimli ortamlardır. İnsanlar fazla konuşmaz, göz teması kurmamaya özen gösterirler. Kişiliğimiz geliştikçe daha doğrusu şekillendikçe etrafımızda oluşturduğumuz etki alanı da güçleniyor. Karakterimizi şekillendiren en önemli etmenin ise, yaşadığımız acılar ve onları tekrar yaşamamak için geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları olduğunu göz önüne aldığımızda, aslında etrafımıza nasıl bir bariyer oluşturduğumuz ve kendimizi nasıl da yalnızlaştırdığımız gerçeği ile yüz yüze geliyoruz. Elektronlar da yalnız parçacıklardır.

Burada sosyal olmaktan bahsetmiyorum. Geniş ve aktif bir sosyal hayata sahip olmakla yalnız olmamak çok farklı şeyler.
Bu durum trajik yüzünü en acımasız şekliyle aşklarımızda gösteriyor bence. Bir tasavvuf kıssası vardır. Kahramanını hatırlamıyorum ama özetle şöyle;

Tak tak!!!
- kim o?
- ben!!!
- sen isen git!!!

Seneler geçer…

Tak tak!
- kim o?
- sen gönüllerin sultanı…
- ben isem gel!!!

Zaman geçtikçe git gide daha fazla ben oluyoruz. Ve git gide daha güçlü bir alanla örüyoruz etrafımızı. Ve bu yüzden en mutlu aşklarımız geçmişte kalanlar oluyor ve aynı tadı bir daha yakalayamıyoruz. Ben daha bu kadar ben olmamışken. Ve o henüz bu kadar o değilken biz olmak çok daha kolay oluyor. Beraber olmanın ya da “seni seviyorum”la yalınlaştırdığımız durumun ötesinde bir derinlik biz olmak. Tek beden gibi davranıp tek zihin gibi düşünmek. Konuşmadan iletişebilmek, söylemeden anlatmak, anlatmadan bilmek. Daha fazla ben oldukça bir başkasının benlik alanından içeri girmek zorlaşıyor. Daha fazla ben oldukça bir başkasını o benlik alanından içeri almak da aynı derece zor oluyor.
İşte bu yüzden bazı ayrılıklar çok travmatik oluyor ve pişmanlığı bir ömür boyu sürüyor. İşte bu yüzden en güzel aşklar çocukken yaşananlar oluyor ve aynısını aramakla bir ömür geçiyor.



113 ocak 2010

01:1443

Bu Gün Neler Öğrendik?

200'le giderken kaskın içine hapşuracaksan, ya çok soğuk kanlı olacaksın ya çok şanslı...

Basit İşlevsel ve Edepsiz

Tam her türlü donanıma sahip çizgi film karakterleri hakkında kayda değmeyecek en iyi ihtimalle teğet geçecek bir yazı yazmak üzereydim ki aklıma başka bir şey geldi. Değse kaydı da ziyan edecek bu konuda yazmak için kendime kahve bile yapmıştım oysa ki. Ama bir anda aklıma bambaşka bir şey geldi ve onu yazmak üzere sancak yönüne dümen kırdım.

Önce size biraz mesleğimden bahsedeyim. Efendim bendeniz, nükleer radyokimya uzmanıyım. Mesleğimiz gereği, ileri teknoloji sınıfına dahil edilebilecek cihazlar kullanıyoruz. Örneğin 25 megaelektronvolt enerjisinde bir parçacık hızlandırıcısında protonları ışık hızına yakın hızlara ulaştırıp, oksijenin ağır bir izotopundan sentezlenmiş suyu ışınlıyor, ve daha sonra oluşan bu ara ürünle radyokimyasal sentez yapıyoruz. Tüm bu süreçler, zırhlı hücreler içinde tamamen bilgisayar kontrollü sentez reaktörlerinde gerçekleştiriliyor. Gördüğünüz gibi oldukça bilim kurgu bir hede, hödö. Bu mevzuyu herkesin anlayabileceği şekilde basitleştirerek de anlatabilirdim ama sizi konuya biraz da yabancı tutup hadisenin gözünüzde bilim kurgu bir yerde olmasını istediğim için terminolojik bir dille anlattım. Çünkü az sonra anlatacağım şey için bence böylesi daha iyi…

Siklotronlar, sentez reaktörleri, sensörler, radyoaktivite v.s. peki başımız sıkışınca, örneğin bir arıza olduğunda başvurduğumuz alet ne oluyor? Tornavida! Evet arızaları godanilyum impulsatör prosesörleriyle tamir edemiyoruz. Zaten öyle bir alet de yok. Bir anda o ileri teknoloji uçup gidiyor ve bayağı bildiğin marangoz gibi, kaportacı gibi tornavidayı, penseyi, İngiliz anahtarını alıyoruz başlıyoruz söküp takmaya.




Tüm o cihazlar üstün bir zekanın ürünü gibi görünse de aslında deha çok daha yakında gözümüzün önünde. Vida! Tornavida! Ne kadar basit ama ne kadar işlevsel? Nedir temel işlev? İki parçayı gerektiğinde sökülebilecek şekilde bir arada tutmak. Başka alternatifler yok mu? Var tabi ama bu kadar basit, ucuz ve pratik değil. Tarihi de çok eskiye dayanan bir icat vida. Teknolojinin henüz başında icat edilmiş ama, masalardan musluklara, bilgisayarlardan cep telefonlarına, hatta siklotronlara kadar her yerde hala kullanılıyor. Teknoloji neleri devirdi ama vida ve tornavida hala tahtında oturmakta. Uzaya mekik de göndersen bunu kullanacaksın kardeşim.


Uzay mekiği demişken, bu devasa ve yine ileri teknolojinin ürünü olan alete de bir bakalım. Modern çağın Athena’sı Hazreti gogıla sordum, nedir aga bu uzay mekiğinin olayı? Peheyyy!!! Bir sürü bilgi saydı bana. Örneğin, bu devasa araç ademoğlunu fezaya taşımak için 12,5 milyon Newtonluk bir kuvvetle itiyormuş kendini göğe. 2,5 milyondan fazla parçadan oluşuyormuş, saatte 27870 km hızla gidiyormuş. Bilmem kaç bitlik veri hızında uydularla iletişim kurup gökyüzündeki konumunu yüzde bilmem kaç hassasiyetle saniyenin bilmem kaçta birinde hesaplıyormuş falan filan. Aslında fazla söze gerek yok şoförünün şöyle bir yerde oturduğu bir araçtan söz ediyoruz.



Ama bu olağanüstü teknoloji ürünü alet arştan arza döndükten sonra toprağa yüz sürebilmek için yine çok basit ve icadı bin yıllar öncesine dayanan hatta belki de yapılmış ilk icada muhtaç. Tekerlek!



Basitliğin ve işlevselliğin dehası yine karşımızda. Son derece basit bir tasarım. Şekli de oldukça temel. Belki de ilk tekerleği yontan atalarımız güneşten, aydan feyiz almışlardır. Ama torunlarının oralara gittikten sonra yeryüzüne konmak için yine onların bu icadını kullanacaklarını düşünmüşler midir acaba? Tekerlek geometrisi itibariyle basitliği olduğu kadar mükemmelliği de barındırır. Çember, geometrik şekillerin en mükemmelidir. Öklidden Pisagor’a, Ömer Hayamdan Harizmi’ye matematiğin ve geometrinin kurucuları ve yaşamış en büyük dehaları, hayatları boyunca uğraşmışlardır çemberle. Çemberin çevresinin çapına oranını veren pi sayısının sırrı halen daha bir muammadır.

İnsanın yaptığı en karmaşık yapılar, aletler, araçlar ya da cihazlar her zaman en basitlerinin üstünde durmaktadırlar. Bunun nedeni ise doğanın işleyişinin böyle olması. İnsanın doğasına aykırı davranması tabi ki de beklenemez. Nasıl ki teknolojiyi ileri sıçratan icatlar son derece basit ve temel iseler, doğa da canlı yapıları evrim basamaklarında sıçratırken basit ve temel araçlar kullanmıştır. Canlılığın bu kadar çeşitli olmasının nedeni eşeyli üremedir. Yani türün bireylerinin birbirinin genetik kopyası olan yeni yavrular meydana getirmek yerine bireyler arasında gen değiş tokuşu yaparak ilkinden farklı özelliklere sahip yeni bireyler meydana getirmesine dayanan üreme biçimi. Eşeyli üreme yüksek yapılı canlılarda görülen bir üreme biçimidir. Ama tüm eşeyli üreyen canlılar doğada aynı derecede etkin değildir. Örneğin bitkiler; çiçekler tozlaşacak, bu tohumları nektar toplamaya gelecek böcekler alıp başka yerlere taşıyacak o başka yerlerde tohumlar yaşamaya uygun şartlar bulacak büyüyecek ölme eşeğim ölme. Hiç de basit ve işlevsel değil. Üreme sistemleri bu kadar karmaşık ve çetrefilli olduğu için sınırlı hareket kabiliyetleriyle ve değişikliklere dirençsizlikleriyle, edilgenlikleriyle canlılığın efendileri bitkiler değildirler. Besin piramidinin en alt basamağında bulunan bitkiler canlılığın hiyerarşisinde de en alttadırlar. Canlı organizma hiyerarşisinde üst basamaklarda olan canlılar bu konumlarını neye borçludurlar peki? Dedik ya kompleks yapılar basit ve temel araçlar üzerinde yükselir. Peki hayvanların eşeyli üremek için kullandıkları bu basit araç ne? Çük! Evet çük! Penis, pipi, kamış vs, vs bir sürü farklı isimle de anılır. Biz burada çük ismini kullanacağız. Çük tıpkı tornavida gibi son derece basit ve etkili bir tasarımdır. Şekli itibariyle bir çubuktur. İşlevi itibariyle bir boru gibidir. İçindeki kanaldan tohumları bahçeye şırınga ederek en etkin üreme biçimini gerçekleştiren basit bir araçtır. Örneğin balıklarda veya böceklerde durum böyle değildir. Dişi yumurtalarını dışarı bırakır erkek gelir onu dışarıda döller. Yumurtaların az bir kısmı döllenebilme şansı bulur. Döllenen yumurtaların bir kısmını başka canlılar yer. Bu yüzden milyonlarca yumurtadan ancak çok az bir kısmı gelişerek yaşama fırsatı elde eder. Bu yüzden de gelişme adaptasyon ve çeşitlilik yetenekleri zayıftır. Ama çükün varsa durum farklı olasılık çok daha yüksek. Hayvanlar arasında egemenlik çükün etkin kullanımına bağlıdır. İnsana bakalım. İnsan doğada çiftleşme harici cinsel ilişkiye giren tek canlı. Çükün etkin kullanımı işte bu. Dolayısıyla bu davranış ona yılın her mevsimi üreyebilme olanağı sunuyor. Her zaman çiftleşebilir ve yeni yavrular meydana getirebilir. Peki bunu tek başına mı yapıyor? Hayır gayet tabi. Üremek için erkeğin bir dişiye ihtiyacı var. Yani her çük bir kukuya muhtaç. Ama kukunun durumu bu kadar basit değil. Labiası, klitorisi, dölyolu, yumurtalığı, menstürasyonu, siklusu çok karmaşık ve teferruatlı bir hadise kuku. Çok çetrefilli ve bakımı da oldukça zor. Eminim bir kuku sahibi olmak çük sahibi olmaktan çok daha zor ve zahmetlidir. Çük ise basit ve işlevsel. İşte bu yüzden canlılık hiyerarşisinde egemenlik insanda iken insanlar arasında da erkektedir. Basit bir aracı kullandığı için. Pek tabi ulaştığımız bu medeniyet seviyesinde kadın ve erkek eşit olmalı. Hatta sadece kadın ve erkek değil tüm canlılar yaşama ve özgürlük hakları bakımından eşit olmalı ama pratikte durum bu değil. Çükü olan canlılar egemen, onu en etkin kullanan canlılar en egemen. Kabul edelim; nasıl ki en karmaşık araçlar ve yapılar en basit, temel ve etkin araçlar olan vida, tornavida veya tekerlek gibi aletler üzerinde yükseliyorsa, canlılığın egemenliği ve hükmü de çükün taşakları üzerinde yükselmektedir.




107 ocak 2010

01:761

Haydi

Size haydi dünyadaki bütün insanları mutlu edecek bir şey yapalım deseydim ne derdiniz? 6 yaşındaki kuzenime dedim ki; hadi dünyadaki bütün insanları mutlu edecek bir şeyler yapalım. Dedi ki; hadi. 22 yaşındaki kardeşime sordum, nasıl? Dedi. 43 yaşındaki anneme sordum ah keşke yapabilsek dedi. 56 yaşındaki amcama sordum, lan oğlum bunun için mi aradın beni dedi? En iyi anlaştığım arkadaşlarım, dostlarım ise genelde de hep haydi veya benzeri eylemsellik içeren cevaplar verdiler. Çaresizlik sonradan öğrenilen dayatılarak kabul ettirilen bir şeydir. Çaresizlik bir boyun eğiştir. Haydi dünyadaki bütün insanları mutlu edecek bir şey yapalım. Bu gün kendinizi mutlu edecek bir şey yapın yarın ve öbür günlerde de sevdiklerinizi. Haydi!!!

Duvar Yazıları


Her zaman fark edilmeyen bazı birtakım detayları görmek gibi bir huyum var. Bir de bazı ile birtakımı arka arkaya gereksiz kullanmak gibi bir huyum. Detaylara dönersek… bunları görmek faydalı ya da değil bunun üzerine yorum yapamayacağım ama, hayatı keyifli yaşamak ya da keyifli yaşamak için fırsatlar ve bahaneler yaratması açısından oldukça yararlı. Duvar yazılarına bakarım ve okumayı da severim toplumun nabzı biraz da duvarlarda atar bence. Yaşadığım şehirde yeniyim. Ama gelir gelmez kısa süre içinde çok fazla yerini gezdim ve keşfettim. Bu sırada çok fazla duvar yazısı da okudum.

“çare sarıgül” “ads” “demirspor” “ortiler” “sebebimsin” “sevebilseydin” “nazlı ile yiğit” “madem Türksün göster ürksün” “ya Allah bismillah” “TKP/ML” “direne direne kazanacağız” “bull shit” “ağır geliyor” “biji serok apo” “newroz piroz be” “bir hilal uğruna ya rab ne güneşler batıyor” “AKP’yi istemiyoruz” “çarşı tayyibe karşı” “kahrolsun amerikan emperyalizmi” “bel fıtığı 05…….” “garaj önüdür park etme” “akıllı ol” “bu sevda bitmez” “wildest dream” “allahu ekber” “TKP” “MHP” “ne mutlu türküm diyene” “allahına gurban” “dabuldot verilir”…

bunlardan bazıları.

Yaşadığı yeri şekillendirir insan. Oraya kendinden bir şeyler katar. Evini dekore etmek gibi kentine de imza atar. Duvar yazıları işte bu imzalardan biridir bence. Bu ülkenin her bir şehrinde, en az birer duvarda yazması gereken iki yazı var. Bu bizim geleneğimiz. Bunlardan biri; “BURAYA ÇÖP DÖKEN EŞŞEKTİR!!!!” diğeri de; “TEK YOL DEVRİM!!!” bu şehirde ikisini de göremedim. “buraya çöp dökenin anasını avradını” ya da “çöp dökmeyin onun bunun çocukları” gibi benzerleri vardı ama eşektir yoktu. Aynı şekilde sol cenahın farklı fraksiyonlarına ait yazılar da vardı ama “TEK YOL DEVRİM” i bulamadım. Ve bu geleneği yaşatmak adına harekete geçmeye karar verdim. Dün gecenin köründe eve dönerken zaten bu amaçla alıp arabaya attığım kırmızı boyayı bagajdan alıp şehrin bir eksiğini tamamladım.