Rubai

Şarap içerim diye bana mürted dedi.
Sanır ki tüm bilgi kendindeydi.
Bilir misin ki ey softa,
Kaç canı yakmaya bir kibritin yetti.

Rubai

Van minüt diye atarlanırsın yeriz
Sanırsın ki millet keriz
Tek marifetin meydanda goy goy,
İngilizceyi İngilizlerden öğrenecek değiliz.

Rubai

Biber gazı içimi yaktı
Geziyi yangın aldı
Bütün işi gücü bıraktık,
Fışkiyeyi kim kırdı?

Barikatın Ardı Vatan

Ne zamandır fırsat bulup Gezi Parkı direnişi ile ilgili bir şeyler yazmak istiyordum. Olayların başından beri bilfiil içindeyim. Konuyla ilgili herkesin bildiği şeyleri yazmayacağım demek isterdim ama herkesin bildiği şeyler neredeyse yok denecek kadar az ve o bilgi kırıntıları da gerçeklerden fersah fersah uzakta. O yüzden kısaca özet geçmeme müsaade edin. Direniş aslında basit bir çevreci eylem olarak başladı. Tek istediğimiz sadece parkımızın olduğu gibi kalmasıydı. Yaptığımız tek şey ise orada yıkım ekiplerine karşı nöbet beklemekti. Bazılarımız dönüşümlü olarak nöbet beklerken bazılarımız tüm zamanını oraya vakfetti. Çadırlar kurdular, yaşamsal malzemelerini oraya getirdiler ve hayatlarını orada idame ettirmeye başladılar ki bu gerçekten son derece büyük özveri gerektiren bir çabaydı. Bir gün güpegündüz güvenliğimizden mesul olan halkın polisi sandığımız üniformalılar tarafından göz yaşartıcı spreylerle, biber gazlarıyla, basınçlı suyla örselenip cop darbeleriyle darp edilene kadar. Bir anda öfkemiz tavana fırladı yine de soğukkanlılığımızı koruduk. Haklı davamızda haksız duruma düşmemek için ve asıl önemlisi bize yakışmadığı için şiddete şiddetle karşılık vermedik. Bizimkisi bir çeşit pasif direnişti. Parktan cebren atıldıktan sonra da oradan ayrılmak aklımızdan geçmedi. Polis zor kullandı biz geri çekildik, tazyikli su sıktı aldırış etmedik, biber gazı sıktı direndik. Karşı koymadık ama vazgeçmedik de. Gerçekten de başlarda bir avuç tabir edilecek kadardık. Polis zor kullandıkça öfkemiz de arttı ama öfkemizi şarkılarımıza katık ettik, mizahımızla harmanladık, direndikçe çoğaldık büyüdük. Taksim’deki ağaçların adını devrim koyduk darağacında katledilen üç fidanın anısına fidanlarımızı ağaçlarımızı savunduk. İlk müdahalenin olduğu gün sabaha kadar aralıksız şiddete maruz kaldık geri adım attık ama vazgeçmedik. Direndikçe çoğaldık. Ne zaman ki şiddetin dozu tavan yaptı o noktada işler bambaşka bir hal aldı. Neden mi? Çünkü gaz atmak için kullanılan silahlar insanları hedef almaya yaralamaya ve hatta sakat bırakmaya ve hatta öldürmeye başladı. Çünkü polis insanların canına kastetmeye başladı. Çünkü polis etrafı yakıp yıkarken siyasi irade suçu bizim üstümüze atmaya çalıştı. Çünkü olaylarla alakası olmayan insanlar da polis şiddetinden nasiplerini aldılar. Çünkü haksız yere coplandık. Çünkülerin saymaya kalksam buraya sığmaz. Sonunda polis çaresiz kaldı ve Taksim’i terk etti.

Bu esnada hükümetin istibdat rejiminden halk bu zulme daha fazla dayanamadı ve onlar da destek vermeye başladılar. Gezi Park protestoları kitlesel bir başkaldırı hareketine dönüştü. Halk yararına hareket etmeyen iktidarın değişmesini istiyor halk. Bir anda “Gezi Protestoları” Taksim dayanışması oluverdi. Hem de ne dayanışma. Bu kesinlikle kelimelerle anlatılacak bir şey değil. Yaşamanız gerekli. Birbirini hiç tanımayan insanlar arasında tüm farklılıklar bir anda anlamını yitirdi öyle ki: birbirini tanımayan insanlar bir anda kardeş oluverdiler. Yardımlaşma, dayanışma,  empati, hoşgörü bu topraklarda tarihin hiçbir döneminde böylesi güçlü ve sarsılmaz bir şekilde yaşanmamıştır. Vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçerken iki üç ergen bir alkış kopardı birden. Bir anda müzik aletleri çıkıverdi hep bir ağızdan şarkılar söyledik. Beşiktaş iskelesinde alkışlarla karşılandık nöbeti devralırken eve dönen kardeşlerimizi alkışlarla uğurladık. Hep birlikte kol kola yürüdük şarkılarla… Taksim’de 11 gün boyunca devlet yoktu ve her şey yolundaydı. Ne hırsızlık, ne taciz, ne taşkınlık ne de para vardı. Dayanışma mezarda dahi yan yana gelemeyecek insanları birleştirdi. Bunda en büyük pay sahiplerinden biri de şüphesiz Beşiktaş taraftarları namı diğer Çarşı’ydı. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe taraftarları kol kola girdi beraber slogan attı. Üç büyükleri Karşıyaka ve Göztepe taraftarları takip etti. Bir de baktık ki solcularla ülkücüler, Türklerle Kürtler, ezeli rakip taraftarlar, Alevilerle Sünniler barikatın ardında birbirimize sarılmış tek yürek şarkılar söylüyoruz. İnsanlar müzik yapıyor, resim yapıyor, performanslarını icra ediyor, birbirini tedavi ediyor, birbirinin karnını doyuruyor… vatan diye bir şey, vatandaşlık bilincinin ötesinde bir vatandaşlık duygusu varsa ben orada yaşadım. Biz orada 11 gün boyunca bir insan topluluğu değil yaşayan bir organizmaydık. Her insan tek başına bir birey olmanın yanında barış ve özgürlük için tek vücut olarak hareket eden bir organizmanın parçasıydı. Tabi ki bunlar size basında hiç anlatılmadı. Başlarda kelimenin tam manasıyla görmezden gelindi. Daha sonra geçiştirildi ve değersizleştirilmeye çalışıldı sonra karşı bilgilendirmeyle kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Başka yerlerden alınan şiddet görüntüleri bizim yaptıklarımızmış gibi gösterildi. Hepsine en kısa zamanda delileriyle yanıt verildi. Kışkırtılmaya çalışıldık ama otokontrolümüzü asla yitirmedik. Aramıza provokatörler sokuldu onları yalnız bırakıp ifşa ettik. Şiddete şiddetle değil sanat ve mizahla yanıt verdik. Polisle aramıza barikatlar inşa zorunda kalmıştık ama barikatın ardında meğer vatanı tekrar inşa etmişiz farkında bile olmadan. Sonra… sonrası malum ama sonrasını size burada anlatmak gerçekten hem zor hem fazlasıyla vakit gerektirir hem de benim anlatmaya elim varmaz. Sonrası çok acı, çok üzücü, çok yürek burkucu, çok yaralayıcı sonrası hem çok hem de kötü. Tabi ki sonrası da size ana akım medyada yanlı ve art niyetli anlatıldı. Bu yüzden sonrası için bağımsız yayın kuruluşlarını takip ediniz, sosyal medyadan kaynağını araştırarak gerçek bilgiye ulaşınız. Göreceksiniz ki amacımız bölmek değil birleştirmek, göreceksiniz ki enstrümanlarımız silah değil sanat ve mizah, göreceksiniz ki eylemlerimizde şiddet değil sevgi ve kardeşlik var.

İşlerin bu hale geleceğini kimse biz bile öngöremedik ama oldu. İyi ki de oldu. Kendi adıma bundan sonra ne olacak kestiremiyorum ama bildiğim bir şey var. İnsanlar bir takım şeylerin farkına vardı. Mesela farklılıklarımız önemli değil, istersek pek de güzel bir arada barış içinde kardeşçe dayanışma içinde yaşabiliyoruz. Mesela 12 eylül ile sindirilmiş halk şimdi tekrar demokratik haklarını savunmak için bir araya gelebilir, mesela birlik olursak baskıya zulme karşı durabiliriz, mesela istersek yapabiliriz, mesela birlik olursak önümüzde kimse duramaz… şunu apaçık gözlerimle gördüm tüm ruhumla deneyimledim ki: devrim savaşla değil müzikle, şiirle, akılla, sağduyuyla, hoşgörüyle gelecek.

Ortada bir barikat var, barikatın bir tarafı siyasi çıkar, maddi çıkar, baskı, zulüm, zorbalık ve kin ardı vatan.



Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş anısına, başta olaylarda kalıcı olarak zarar görenler olmak üzere tüm insanlar için…

DENEME


Türk Dil Kurumu, ülkemizde Türk Dilinden Sorumlu bir devlet bakanlığı olmaması nedeniyle, adından da anlaşılacağı üzere Türk dilinden sorumlu kurumdur. Türk dilinden sorumlu kuruma göre deneme; Denemek işi, sınama anlamına gelmektedir. Yine aynı kuruma göre deneme kelimesinin bir diğer anlamı da; Herhangi bir konuda yeni ve kişisel görüşlerle bezenmiş bir anlatım içinde sunulan düzyazı türü olarak betimlenmektedir. Benim amacım burada deneme konusunda bir deneme yazmak. Gel gör ki, adımın önünde yazar sıfatı olmadığından ve dahası sözlük yazarlığı edebiyat dünyası tarafından mandallanmadığından dolayı benim burada gerçekleştirdiğim eyleme deneme hakkında bir deneme yazmak değil, deneme hakkında bir deneme demek daha yerinde olacaktır. Yıllardan bilmem kaç, aylardan bilem ne Hayyam askerde. Bölük astsubayı Hüseyin başçavuş diye biri var. Efenim bendeniz kimyagerim. Bir gün Hüseyin başçavuş içtimadan sonra aranızda kimya öğretmeni veya kimyager var mı diye sordu. Askerden önce giden herkes binbir tembihte bulundu. Bütün bu tembihlerin hepsi ortak bir noktaya temas ediyordu. Hiçbir şey için gönüllü olma. Ben de başıma bir bela gelmesin diye hiç sesimi çıkarmadım ama bölükte ses çıkarmayan neredeyse tek kişi bendim. Hayyam kimyager!
-          Kim o?
-          Hayam İstanbul emret komutanım!
-          Hayyam evladım benim kız kimyadan zayıf almış ona kimya dersi vermek ister misin? Zorunluluk yok elbette yani istersen.
Daha önce eğitimden yırtmak gayesiyle komutanların çocuklarına ders veren arkadaşlar vardı. Gel gelelim bu çocuklar eğitimden yırtamadıkları gibi bir de istirahat saatlerinde komutanların çocuklarına ders vermek zorunda kalıyorlardı.
-          Mazur görün komutanım!
-          Peki evladım peki…
Daha sonra büyük hata ettiğimi önce bizden eski askerler söyledi sonra da bizzat kendim deneyimledim. Askeri birliklerde padişah birlik komutanı ise sadrazam da birlik astsubaylarıymış. Hayatımda ilk defa askere gidiyorum üstelik orada da yeniyim nereden bileyim? O kadar yeniyim ki; bölük komutanına bölük komutanı, takım komutanına takım komutanı, takım astsubayına takım astsubayı denirken bölük astsubayına Hüseyin başçavuş denmesi bende” başçavuş” ibaresinin adamın soyadı olduğuna dair bir izlenim oluşmasına neden olmuştu. Yine orada askerler kendi aralarında bölük komutanlarına bölükçü, takım komutanlarına takımcı falan diyorlarmış. Bir gün bölüğün çaycısı Zeynel Gündük Kırşehir’le laklak ederken oğlan tabur komutanı dayı lakaplı Mesut binbaşıdan bahsediyormuş ve bunun için de taburcu, taburcu deyip duruyordu. Mevzudan haberi olmayan ben, taburcu ifadesini hastaneden taburcu olmak olarak anlayıp mevzuyla alakasını kurmaya çalışıyordum. Dedim ya ilk askerliğim, onda da yeniyim ne jargona ne de racona hakimim. Acemi birliğinde üç el ateş edip bir de uygun adım yürümeyi öğrenip gelmişim. Kollarımda birer pırpır ve Hayyam onbaşı sıfatı ile etrafta “ne yapıyoruz lan biz” edasıyla gezmekteyim. Ertesi gün eğitim senasında bölüğe “straadet!” komutu ile –ki bu istirahat et demek- istirahat verildi. Birden Hüseyin başçavuşun sesi ortalığı inletti. Hayyam onbaşı! Adeta zembereğinden boşanmış bir yay çevikliği ile yerimden fırladım, Hüseyin başçavuşun karşında dikildim gürleyen bir volkan misali tekmilimi verdim. Hayyam İstanbul emret komutanım! Oğlum yanına birkaç asker al şuradaki dökülmüş yaprakları temizleyin, sonra da gel bana tekmil ver. Emredersiniz komutanım derken bende sinir zirvede. Zira topu topu beş taş çatlasın ki çatlamaz on dakika istirahatimiz var onda da yaprak temizle. Öte yandan bölükteki bizden eski askerlere iş yaptırmak ne mümkün? Herifler ya kapkaççı, ya tecavüzcü, ya hırsız, ya yankesici… bölük, bölük değil Sağmalcılar kapalı cezaevi adi suçlar koğuşu. Elemanların yarısından çoğunun silahlara dokunması dahi yasak. Neyse bir şekilde yaprak olayını hallettik. Gittim tekmilimi verdim geldi kontrol etti “tamam” dedi gitti. O köşeyi döner dönmez ben ağaca bir tekme, ağaçtaki sarı yapraklar yere. Öğlen içtimasından sonra bölük komutanı etrafı gezerken yerdeki yaprakları görünce, Hüseyin başçavuşu çağırıp buraların hali ne diye sormasın mı? Hüseyin başçavuş kırmızı. Hüseyin başçavuş bana gıcık ben ona, başladık karşılıklı gıcıklaşmaya. Hüseyin başçavuş hazretleri birkaç gün sonra beni huzuruna emretti, oğlum git eğitim alanında uzamış çimleri biç. Bölükte çim biçme makinesi yok, bir tane tırpan var o da başka bölükte, bir tane de kör orak var o da elimde. Ne yapsam, ne yapsam? Orağı hemen kaybettim. Gittim bir tıraş bıçağı aldım bölük komutanının odasının önünden çimleri onunla biçmeye başladım. Kapısı açık bir ara başını kaldırdı, beni çağırdı. Mermi hızıyla gittim, gök gürlemesi gibi tekmilimi verdim.
-          Oğlum ne yapıyorsun?
-          Çimleri biçiyorum komutanım!
-          Lan permatikle çim mi biçilir?
-          Tırpan başka bölükte ben de başka bir şey bulamadım komutanım!
-          Kim verdi bu emri?
-          Bölük astsubayımız komutanım.
-          Çağır gelsin.
-          Emredersiniz komutanım!
Gittim Hüseyin başçavuş hazretlerini bölük komutanının huzuruna beklendiğini ilettim. Bölük komutanı Hüseyin başçavuşa bi’ fırça Hüseyin başçavuş bi’ çıktı yüzünde mora çalan kırmızı bir renk. Bu olaydan sonra sultan birinci Hüseyin başçavuş han, zulümsel yaratıcılık bazında hayatının en üretken dönemine girdi. Devrisi gün bendeki tek pırpır birden ikiye katlandı çift pırpırla çavuşluğa rütbe atladım.  Bundan sonra Hüseyin başçavuş bana, ben erata, o bana ızdırap, ben onlara. Sonunda canıma yetti ve bölük komutanına durumla ilgili şikayette bulunmayı denemeye karar verdim. Diyalektik olarak her denemeye eşdeğer bir de yanılma eşlik eder. Bu her deneme bir yanılmayla sonuçlanacak demek değil elbette ama her deneme kendine eşdeğer bir potansiyel yanılmaya sahiptir. Ne yaparım? Giderim odasına, çıkarım huzuruna “komutanım bu Hüseyin başçavuşun yaptıkları canıma yetti” diyemesem de konuyu uygun bir dille anlatırım. Peki ya bölük komutanı odasında yoksa? Zaten bölük komutanı dediğin genelde odasında olmaz. O zaman ben de çay ocağına gider Zeynel Gündük Kırşehir ile laklak ederim. Peki ya Zeynel Dümbük Kırşehir uyuduğu için beni ocağa almayı istemezse ki istemez. O zaman ben de tek dal sigara ile onu kandırır sigara rüşvetiyle onu esir alır bölük komutanı gelene kadar çene çalarım. Peki ya Zeynel Dandik Kırşehir eğitime çıktıysa ki arada çıkar ve o da bana denk gelir, o zaman ne yaparım? İşte orası bir muamma. Bölük komutanının kapısını tıklarım, gel demesini beklerim, gel demezse beklerim, gelmezse biraz daha beklerim, daha da gelmezse bu bölük komutanının gelmeyişinin daha ne kadar süreceğini merak ederim, sonra beklemeye devam ederim, yine gelmezse şansımı Zeynel Gudik Kırşehir ile denerim. Bu gelmeyişler hep zor işler. Komutanın da, sevgilinin de geleni makbulmüş onu anladım. Peki komutan gelmezse, Zeynel Pandik Kırşehir de eğitimdeyse, o zaman ben de nöbetçi kolluğunu takar bir işim varmış gibi etrafta gezinir, bölük komutanının gelmesini beklerim. Diyelim ki bölük komutanı geldi o zaman ben de giderim kapısını tıklar gel demesini beklerim. Gel demezse tekrar tıklar gel diyene kadar beklerim. De ki komutan gel dedi, içeri girer tekmil veririm, bir maruzatım var komutanım müsaadenizle arz edeyim derim. Emir komuta zinciri denilen hiyerarşi açısından komutanın komutana şikayet edilmesi komutanlar tarafında pek de hoş karşılanmaz. Komutanlar erlerin komutanlarını komutanlara şikayet etmesine pek de aldırmaz. Bu durumda ne yaparım? Erin komutanını komutanına şikayet etmesi komutan tarafında nahoş bir etki yaratacağından dolayı bunu başka bir kılıf içinde komutana iletmenin bir yolunu bulmak zorundayım. Peki ya komutanım, komutanımı komutanıma şikayet etmek için bir bahane kisvesi ile ona geldiğimi anlarsa. Komutanı komutanına şikayet etmek de ne zor işmiş arkadaş? Ne yapsam denesem mi? Mevcut denemede diyalektik olarak ona karşılık gelen potansiyel yanılmanın kinetiğe dönüşerek reel hayatta vücut bulma ihtimali nedir? Denemek ya da denememek işte bütün mesele bu!

Budha'mı Gelecekti Başımıza


Normalde nesir yazılar giriş, gelişme ve sonuç denilen bir prosedürle yazılır ama ben cart diye konuya göbeğinden dalacağım ve giriş kısmını es geçip doğrudan gelişme kısmına geçeceğim. Bu gün size Hint felsefesinde yaradılıştan bahsetmek istiyorum. İnsan maymundan mı evrildi yoksa Adem ve Havva’nın torunları mıyız? Hiç bu sorulara gark olmayınız. Size 7,000 olmadı 5,000 daha olmadı 3,000 yıllık hindu felsefesiyle varlığımızın köklerini açıklamama izin verin. Öncelikle aranızda varoluş sancısı çekenler varsa bir adet Talcid alıp defolsun gitsin lütfen bu yazı onlara göre değil.

Her şey bundan 3,000 – 5,000 yıl kadar önce başladı. Tanrı Şiva gökyüzündeki tahtında kafasına göre takılıp play-station oynamaktaydı. Lakin bir gün kabız oldu ve kendisine lavman yapması için tanrı Vişnu’yu yarattı. Olan bitenden habersiz Vişnu tanrıların tanrısı Şiva’nın kubuziyetine derman olması için tanrı Oymaşiştim’i yarattı ve Şiva’ya lavman yapmasını emretti. Şiva’nın kıllı dübürünü gören Oymaşiştim durumuna isyan etti ve “bu boktan iş bana mı kaldı alayınıza gider” dedi.


Bu atar yüzyılları aşıp günümüze kadar geldi. Dübürzade-î Mahmut Ekrem’in Kubuziyet-î  Bâgürsak risalesinde bile bu etkiyi açıkça görebiliriz.


… evvel kabzu mavzer sena hikmet gerekti.
Dübr-ile bok olur cümle nıfzı şûda edekti.
Ganyanû koydum der isen babayu aldın bilesün,
Terkib-ül bendü nesri başşak geçekti.


Oymaşiştim bu denli atarlanıp Şiva’ya posta koyunca. Şiva tüm sintinesini def-i hacet ederek evreni yaratmıştır. Dünyanın bu boktan halini gören Gothan Budha, bu da mı başımıza gelecekti deyip duruma bir çözüm arayışına girdiyse de mevcut boktan duruma bir çözüm bulabilmiş değildir.
Evren halen daha Şiva, Vişnu, Koyayımda Kişnu isimli üç tanrının Oymaşiştim’le olan mücadelesinin arenasıdır… 

Rubai

Ölümden öte değil, aşktan öte köy yok.
Yar olmayınca hayatın anlamı yok.
Adım Hayyam yıllarca aradım,
Şişenin dibinde çözüm yok.

Frank Zappa




My Guitar Wants to Kill Your Mama

Annenle baban sana verecek kızımız yok dedi.
Bana ara sokaktaki çöp muamelesi yaptılar, elim ayağım dolaştı şerefsizim.
Arka kapına ulaşmak için sinsi gibi dolaşmaktan yoruldum.
Çöpün oradan sürünerek tam gelecektim ki anan çığırarak fırladı,
dayanamıyorum...

gitarım ananı öldürmek istiyor,
gitarım ananı öldürmek istiyor,
gitarım babanı yakmak istiyor,
kafayı çizince gerçeği de görüyorum.

Neyse daha sonra seni aramayı denedim.
Annen evde olmadığını söyledi.
O saçlarını kesmeden de bir daha arama dedi "ne o karı gibi"?
Arka kapına ulaşmak için sinsi gibi dolaşmaktan imanım gevredi.
Çöpün oradan sürünerek tam gelecektim ki anan çığırarak fırladı,
ta burama kadar geldi yeminle,


gitarım ananı öldürmek istiyor,
gitarım ananı öldürmek istiyor,
gitarım babanı yakmak istiyor, topunuzun köküne kibrit suyu,
kafayı çizince gerçeği de görüyorum.

Gitarım ananı öldürmek istiyor,
gitarım ananı... töbe estağf...



Borsa Oynayan Yunuslar





Yukarıdaki videoda Sör David Attenborough ağabeyimizin anlatımıyla bir sardunya sürüsünün silinip süpürülüşünden bir kesit verilmektedir. Bu amcanın soyadını da gogıla bakmadan yazana Royal Science Society’de fahri üyelik verildiğine dair bir söylenti dolaşmakta ama aslı astarı var mı bilemem tabi. Sardunyaların silinip süpürülmesi derken onların temizlenmesinden bahsetmiyorum gayet tabi. Yani aslında sardunyaların silinip süpürülmesi ifadesi sardunyaların değil denizin sardunyalardan silinip süpürülmesini anlatmaktadır. Gayet tabi… aslında deniz de sardunyalardan silinip süpürülmez ya neyse. Yani aslında denizin sardunyalardan temizlenmesi gibi düşünebiliriz ama bu zaman da sardunyalara pislik muamelesi yapmış oluruz. …ki sardunyalar pislik değildir onlar da diğer derya mahlukatlarından farklı olmayan hayvanlardır. Lafı çok dolandırdım gerçi laf da doğası gereği dolanabilen bir şey değildir ya neyse…video bir sardunya sürüsünün avlanmasını bizlere göstermektedir. Kolektif çalışan bir yunus sürüsü sardunyaları çevirir ve avlamaya başlar. Sardunya sürüsünün kaçacak yer ihtimallerini kısıtlamak için onları yüzeye doğru sürerler. Su altındaki hareketlenmeyi fark eden yelkovan kuşları da ziyafetten paylarını almak için hemen dalışa geçmeye başlar. Kargaşayı fark eden köpekbalıkları da olay yerine intikal ederek yunuslara yelkovan kuşlarıyla beraber yancı çıkarlar. Beleş ziyafetten bir tek sardunyalar zararlı çıkarlar ki zaten onlar da ziyafetin ta kendileridir. Son kısımda dağıtmayaydım iyiydi. BBC metin yazarı gibi gidiyordum ne güzel. Neticede binlerce üyeden oluşan sardunya sürüsü dakikalar içinde silinip süpürülür. Taktım bu silme süpürme işine. Saldırıya uğrayan sardunyalar büyük bir top benzeri küme oluştururlar. Bu son derece toplu, organize ve eş güdümlü görünen hareket aslında tamamen bireysel bir davranıştır. Götü kurtarma çabasındaki binlerce sardunya sürünün iç kısımlarına doğru hareket edip “bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı” zihniyetin denizdeki timsali haline gelir adeta. Bu da mütemadiyen içe doğru kıvrılan bir balık topu oluşturur. Buna karşılık yunuslar da “götüne güvenen borozancıbaşı” tavırlarıyla alayına gider yapmaktadır. Bu olay dünyanın muhtelif yerlerinde vuku bulan sıradan bir avlanma öyküsüdür aslında. Her ne kadar olay denizde ve deniz hayvanları arasında cereyan etse de mevzunun aynısının tıpkıçekimi yüksek primatlar arasında da görülmektedir. Yüksek primat dediğim bildiğin sıradan insan demenin artizcesi. İnsanlar da bu davranışı yıllardır dünyanın çeşitli yerlerinde her gün sergilemektedirler. Mesela borsada… borsada büyük paralara hükmeden yatırımcılar önce sardunyaları serbest bırakıp beslenip büyümelerine ve semirmelerine izin verirler. Sonra organize biçimde büyük miktarda paraları aniden hareketlendirerek piyasaları manüpile ederek paniğe sürüklerler. Tıpkı yunusların sardunyaları yüzeye sürmeleri gibi. Köşeye sıkışan küçük yatırımcı Yusuf dürtüsünün verdiği gazla kaybını minimize etmek için elinde avucunda ne varsa satışa çıkartır. ”Minimize, manüpile” bak borsa jargonuna dönüyorum hemen. Bu ani ve toplu satış hareketi eldeki hisselerin daha da değer kaybetmesine neden olurken büyük yatırımcılar paravan şirketler vasıtasıyla hisseleri yok pahasına toplar. Bu yasal soygun yunusların sardunyaları kolayca mideye indirme sekansına tekabül etmektedir. “sekans” bak bak jargona gel, hemen belgeselci sinemacı ağzına bağladım. Bu duruma yancılar izleyici kalır mı? Yelkovan kuşları gibi küçük borsa çakalları ve köpekbalıkları gibi kodaman, kalantor sansarlar da ziyafete dahil olup pastadan paylarını alırlar. Neticede bu hadiseden sadece ziyafetin ta kendi olan sardunyalar zararlı çıkar. Sardunyalar silinip süpürülür tertemiz olurlar. Denizi silip, süpüren yunuslar, köpekbalıkları ve yelkovan kuşları mideleri dolu, servetlerine servet katarak yollarına devam ederler. Silinip süpürülen sard… hay silmene süpürmene… takıldım arkadaş o kadar jargon gezdim küçük yatırımcı dedim, minimize dedim, sekans dedim silip süpürmede kaldım. Neyse lafı bağlayayım… ki doğası itibariyle laf bağlanabilecek bir şey de değildir. Urgan mı bu? Bak “urgan” diyerek edebi bir dil yakalamaya çalışıyorum “kekremsi tat” vs. ifadelerle dilimi kuvvetlendirmeyi isterdim aslında. Ama kuvvetli dil benim işime yaramaz ki kimi yalayacağım?.........