Rubai

İddia kuponum yatmış ne gam
en gıcık olduğum ilçedir acıpayam
icabında feriştahı gelsin hiç farketmez
şarabı çektim mi kralını kazımam

Alış Veriş Listesi

1 – Pencere Pervazı

2 – Kafadar

3 - Silahşörler

4 – Köşe

5 – Taş

6 – Gen

7 – Cüceler

8 – Büyük İncir Yaprağı

9 – Küçük Öpücük

SEVGİLİLER GÜNÜNÜN HİÇBİR YERDE BİLİNMEYEN GİZLİ KALMIŞ TARİHİ VE TOPLUMSAL KÖKLERİ

14 Şubat çeşitli etkinliklere vesile olan çiftlerin birbirlerine hediyeler alıp, romantizm adı altında birbirlerine türlü maskaralıklar yaptığı özel bir gündür. Bu günde kalpli ayıcıklar alınır, üzerinde ay lav yu yazan yastıklara, kupalara, duvar saatlerine, içinde öpüşen ufak çocuk resimleri olan kenarı kalpli resim çerçevelerine dünyanın parası ödenir. Bu günde çiçek adı verilen muhtelif renk ve kokuda olan türlü nebatata ödenen paranın ne haddi ne hesabı bellidir. Hatta bazen başta gül adıyla anılan fuzuli bitki ve bilumum akrabaları karaborsaya bile düşebilir. Düşsün problem değil tabi ama ona itibar edip düştüğü yerden kaldıran kerizler, bu çiçeğin fiyatında yarattıkları spekülatif değer artışının farkında mıdır işte bu bir problem. Hatırlarım 14 şubat 95 de bir günlüğüne dolar kırmızı gül karşısında değer kaybetmişti. Ve kriz yaşanmıştı az kalsın hükümet düşecekti. Daha paralı ve daha salak olanlar içinse seçenekler çok daha muhtelif. Dupont çakmaklar, parker kalemler, rolex saatler, gucci çantalar, versace elbiseler, pahalı restoranlarda mum ışığında yenen yemekler tepende de kemancı gıy, gıy, hatta balonla 100 metre yukarda patlatılan şampanyalar. IQ seviyeniz düştükçe seçeneğiniz artacaktır. Neyse efendim bizim asıl konumuz bu toplumsal hezeyanın tarihi ve kökeni. Fakat bunu açıklamaya başlamadan önce bazı yan kavramları ve bunların tarihini de açıklamakta sayısız fayda olacaktır. Zira, bu günün ortaya çıkışındaki dinamikleri algılamada bu yan kavramlar bize çok yardımcı olacaklardır. Bu kavramlardan en önemlisi gayet tabi sevgili kavramıdır. Sevgili, bir fiil olan “sev” kökünden türemiştir ve sevgi sahibi kişi anlamına gelir. Fakat zaman içerisinde anlam daralması yaşayan bu sözcük günümüzde evlenmeden sevişilmesi meşru kişi veya kişiler için kullanılmaktadır.

Sevgili kavramının doğuşu milattan önce 1000 li yıllara dayanır. Barut, kağıt, pusula… gibi pek çok faydalı şey icat eden Çinliler bu yıllarda yine çok faydalı bir şey icat etmişlerdir. Bu icadın adı cinsel ilişkidir. Orijinali, Çinsel ilişki olan ve Çin usulü ilişki anlamına gelen bu sözcük dilimize girerken biraz değişerek cinsel ilişki halini almıştır. Halen aganigi naganigi, fanfinifinfon gibi farklı isimlerle de anılmaktadır. Efendim, cinsel ilişki Çinliler tarafından icat edilir edilmez hemen bütün dünyada rağbet görmüş ve hızla yayılmıştır. Fakat önemli bir sorun vardır. İnsanlar kendileri için çok yeni olan bu eylemi nasıl ifa edeceklerini bilememektedirler. Akademilerden mahalle köşelerindeki kahvelere kadar her yer bu eylemin nasıl başarıyla gerçekleştirileceğine dair hararetli tartışmalara sahne olmaktadır. Yine bu dönemde aynı coğrafyadaki bir başka uygarlık olan Hintliler de bu konuda çalışma yapmışlar ve bir nebze olsun başarı kaydetmişlerse de istenilen randımanı sağlayamamışlardır. Nitekim Kama sutra, tao, tantra gibi dönemin ileri gelen sivri akıllıları bu konuda çeşitli çözümler üretmişler ama buldukları abidik gubidik yöntemler, milli jimnastikçiler dışında kimseye bir fayda sağlamamıştır. Milattan önce 750’lere gelindiğinde dahi henüz kimsenin şöyle ağız tadıyla çatır, çatır seviştiğine dair ne bir tarihi belge ne de bir söylence vardır. Maalesef insanlık bu eylemden istediği verimi alabilmek için milattan sonra 2’nci yüzyılı beklemek zorunda kalacaktır. Bu yıllarda yaşamış hıristiyan bir keşiş olan Paulus şans eseri bu konuya pratik bir çözüm getirmiş ve onun misyonerleri de bunu bütün dünyaya yayarak büyük bir kamu hizmetinde bulunmuşlardır. Gördüğünüz gibi buradan bir başka çıkarımı daha rahatça yapmak mümkün. O da bahsi geçen dönemde misyonerliğin ne derece yaygın olduğudur. Öyle değil mi? Daha sonra sanayi devrimi ile bu konuda çok yeni teknikler geliştirilmiştir. At stili, köpekleme, domaltma, kaşıklama, Macar tavası ve malak emzirmesi bunlardan başlıcalarıdır. Bu parantez içi bilgiyi de verdikten sonra tekrar milattan önce ikinci yüzyıla dönersek bu dönemden sonra yaygınlaşan cinsel ilişki bir başka önemli sorunu beraberinde getirmiştir. O da düzenli olarak sevişilecek bir eş kavramının yoksunluğudur. Henüz böyle olgunun gelişmemiş olduğu dönemde yaşayan insanlar kör tuttuğunu öper misali artık kimin kime gücü yeterse dan dun dalmaktadırlar. İşte bu dönemde ortaya çıkan bir başka tarihi şans insanlığı yepiz yeni cillop gibi kavramla tanıştırır. Nedir o? Sevgiliii dediğinizi duyar gibi oluyorum. Efendim sevgili bu yıllarda yaşamış ve tarihin ilk eşcinsel çifti olan Rus sevgy ve güney Koreli lee çifti tarihteki ilk eşcinsel olamalarından mütevellit sevişecek birbirlerinden başka kimseleri yoktur ve işte bu ahval ve şerait sevgililik kurumunu doğurmuştur. Gelelim sevgililer günü denilen salak mevzuya. Bu olayın çıkışı hiç de öyle beklediğiniz gibi şaşalı ve civcivli değildir. Bir İspanyol Yahudi tüccar olan Valentine’in yılbaşında satmak üzere toptancıdan aldığı bilumum ıvır zıvır elinde patlamıştır. Zira tezgahını yehova şahitlerinin bolca yaşadığı mahallelerden birinde açmıştır. Yılbaşında voliyi vuramayan Valentine gırtlağına kadar borca batmıştır. Çekleri mafyanın eline düşmüştür ve 14 şubat son gündür. Topuklarına sıkılacak olmasının verdiği yusufla ben napıcam şimdi diye ibiza sahilleirnde mal, mal gezen uyanık tüccarımız, sevgy-lee çiftine tesadüf eder. Ve tombala!!! O günü sevgy-lee ler günü ilan eden ve çiftimizi kaz gibi yolan tüccarımız volisini rötarlı da olsa vurur ve bu işten paçayı kıl payı sıyırır. İşte bu dur mevzunun özü, aslı ve de astarı. Ayrıca da kırmızı gülün bilmem neyi simgelediği, beyaz gülün kıl lalenin tüy anlamına geldiği külliyen palavra olup, bunların hepisi tek çenekli taç yapraklıgiller familyasının bir üyesidir.

JOP SENDROMU


JOP sendromunun ne olduğunu anlatmadan önce JOP’un ne olduğunu açıklamakta sonsuz fayda vardır. Efendim JOP yani J tipi Optimizm. J tipi Optimizm psikolojide yeni bir kavram. Şunun şurasında üç beş yıllık bir geçmişi var. Hadi olsun beş on taş çatlasın onbeş fazlası yoktur. J tipi Optimizm adını radyolarda televizyonlarda sürekli salak salak sırıtıp hep canlı hep iyimser hep olumlu konuşan ya da konuşmaya çalışan DJ ve VJ lerden alıyor. Efendim bu tiplerde sürekli güleç yüz sürekli bir güleç ses sürekli bir neşe sürekli bir bir şey işte… sabah kalkmışsın afyonun patlamamış işe gidiyorsun radyoda bir mal “ eveeet bu yepyeni sabahta yepyeni şarkılarla beraberiiiiiz” ay ne güzel? De get lan sığır sabah sabah… hava güneşlidir “ bu ışıl ışıl günde fıkır fıkır şarkılarla…” hava bulutlu “ bu yağmurlu İstanbul sabahında sıcacık evlerimizde iş yerlerimizde bizi dinleyen dostlarımıza” gecenin körüdür “ gecenin bu en derin saatlerinde hüzünlü melodilerle yüreklerimizi ısıtan…” hüzünde melankolide bile bir yürek ısıtma çabası bir sevgi. Televizyondakiler apayrı model. Onlarda bir de dekor aksesuar salak mizansenler dramatizasyonlar… içler acısı. Efendim bu tarz iyimserlik pek çok yerde hayat boyu karşımıza çıkar bankalarda çağrı merkezlerinde vs. DJ lerde VJ lerde çok sık görüldüğü için adını buradan alan bu zoraki eğreti iyimser tavrın psikoloji bilimindeki adı “J tipi Optimizm” ya da “JOP”.

Şimdi gelelim işin sendrom kısmına. Efendim bu salak tavır insanın bünyesine kurtulamayacağı seviyede yerleşmişse bu durum artık JOP sendromu halini almıştır. JOP sendromu genetik sebeplerden ötürü doğuştan olabileceği gibi sonradan da gelişebilir. Genetik yatkınlık hastalığın tetiklenmesi durumunda seyrini hızlandırma yönünde de büyük etkendir. Son yıllarda yapılan bir başka araştırmada da görülmüştür ki; böbrek yetmezliği olan kişilerde ya da böbrekleri fonksiyonlarını tam yerine getiremeyen kişilerde de bu hastalığa yakalanma oranı yüksektir. İyimserlik dediğin şeyi idrarla atılır ne olacaktı ki başka? Hastalığı daha iyi tanımak için vakalar üzerinden gidersek çok daha doğru bir yol izlemiş oluruz. Önce genetik sebeplerden ötürü doğuştan bu illete tutulmuş insanlara bakalım. Bu tiplerde olağan üstü bir empati yeteneğinin yanında her şeyi hayıra yorma eğilimi yüksektir. “Bir rüya gördüm bıt bıt … aaa hayır olsun!” “Kulağım çınlıyor. Hayırdır inşallah.” “…ya verem oldum! Öyle deme öyle deme vardır bir hayır.” Bu kişiler her şeyi Allah’ın izniyle yapmaya ve herkesi ve her şeyi Allah’a emanet etmeye şiddetli derecede eğilimlidir. Sıra dışı bir hürmet duyguları vardır. Otobüste yaşlı amcaya teyzeye yerini verdin bitti. Masaj yapmaya kalkmayacaksın ya da teyzeyi inerken kucağına almayacaksın. Şayet böyle bir talebi yoksa. Sosyal olarak da güçlü kişilerdir şehirler arası otobüslerde sürekli konuşan tiplerdir susmazlar susamazlar! Senin ıncığını cıncığını sorar sen sormadan sana bütün hayat hikayesini anlatır ve neyin nasıl yapıldığı takdirde doğru olacağına dair uzun nutuklar atar. Bir yandan Avrupa’nın ne kadar medeni, ülkelerinin ne denli rahat ve refah seviyesinin ne kadar yüksek olduğundan bahsedip, Avrupa Birliği’ne girmenin öneminden dem vurur. Öte yandan bizim ne geleneklerimizin adetlerimizin ne derece erdemli olduğunu anlatır. Böyle yüksek erdemlere sahip bir ülkede yaşadığı için ne kadar şanlı olduğunu düşündüğünden bahseder. Minnet duyguları gelişmiştir ve çok fazla şükrederler. Aylık 600 YTL maaşla iki çocuk okutup kira ödeyen bir JOP hastası “buna da şükür be aaaabi bunu bulamayanlar da var” diyebilir. Bu gruptaki JOP hastalarının tedavisi henüz mümkün değildir. İkinci gruptakiler ise yaşam koşulları itibariyle bu hastalığa yakalananlardır. Genellikle resepsiyon memurlarında, çağrı merkezi çalışanlarında, radyolarda veya televizyonlarda program sunanlarda ya da şu veya bu şekilde sürekli olarak insanlarla iyi geçinmek zorunda kalan kişilerde sık görülür. İlk gruptakine benzer semptomların hepsi ya da bir kısmı daha yüzeysel olmakla beraber yine görülebilir. Bunun yanında bazı vakalarda surata yapışmış ebleh bir gülümsemenin eşlik ettiği de yine bulgular arasındadır. İkinci gruptaki hastalar için hastalığın ilerleme derecesine göre değişmekle beraber bazı durumlarda uygun koşullar sağlandığı takdirde kendiliğinden iyileşme görülebileceği gibi pek çok vakanın da uygun bir terapi ve depresan tedavisine olumlu cevap verdiği görülmüştür. Kişinin çöküntüye uğramaması açısından depresan dozu çok iyi ayarlanmalı ve ilaç birden kesilmek yerine doz azaltılarak yavaş yavaş bıraktırılmalıdır. Hastalık tekrar eğilimi yüksek olması açısından tedavi sonrasında da hasta bir süre daha izlenmeli ve yaşam koşullarına dikkat edilmelidir. JOP literatüre yeni girmiş bir hastalık olsa da kökleri çok eskiye dayanmakta ve son yüzyılın son çeyreğinde vaka sayısının kayda değer şekilde arttığı gözlenmektedir. Bazı teoriler JOP hastalığının bulaşıcı olduğunu iddia etmekle beraber bunu kanıtlayacak herhangi bir çalışma henüz yapılmış değildir. Bu kadar. Bitti.

Aklım Karıştı

Bir garibim bu aralar. Hani şarkıda dediği gibi “bir sürü haller içinde halim.” Ahvalimi anlatacak bir lisan-ı izahî de mevcut görünmüyor. Serbest çağrışıyorum kendime ne demek istiyorum ben de anlamıyorum. İşte böyle ahvalim, bir acayip. Halet-î ruhiyem sanki biraz da hasretten muzdarip.

Varlık içinde yokluk gibi bir çelişki aslında benimkisi. “Neyin eksik?” desen haklısın derim…

Ama “neyim tam?” desem…

hiç de haksız sayılmam.

Soruyorum kendime şarkıda dediği gibi “neden?” diye….

Sonra cevap veriyor kendim;

“Neden olmasın?” diye.

Bu defa kendim soruyor kendine;

“neden olmasın?” diye.

Kendim kendine dik, dik bakıyor… kendin çük gibi kalıyor, çünkülere başlıyor.

Bi boku da bilme be!!!

Bu aralar kendime gıcık oluyorum…

Olmayacak şeyler istiyorum…

Olmaması gereken şeylere diretiyorum…

Olmasa da olur şeyler yapıyorum…

Olmazsa olmazları hiç anmıyorum…

Bu aralar, hani şarkıda dediği gibi pek de “olduramıyorum”…

Oysa “ne oldum dememeli” imiş ya ne demeliymiş?

Onu da bilen varsa bi zahmet beri gelsin…

Çok da yadırgamamalı bu durumu cem-î cümle tuhaf bir nesil bizimkisi. Hayvanları evcilleştirirken kendi vahşileşiyor. Benim çelişkim bunun yanında komik kalıyor.

Trajikomik bir çelişki trajiçelişki bir nevi. Velhasıl bir garibim bu aralar hani şarkıda demediği gibi “olamıyorum”. Oluyorum aslında ama olmak istediğim şey olamıyorum.

Filancanın oğlu oldum, falancanın paşası. Bilmem kimin başının tacı, işte şu kızın sevgilisi.

Kaptırsam vali bile olurum bu gidişle de adam olmanın ve adam olanın yanına uğramam demedi demeyin. Olsam, olsam ne olsam?

Anlaşılan benim yüreğim kabarmış, içim çömelmiş. Görünen o ki bana üç vakte kadar beş…

Olsam, olsam ne olsam?Hani şarkıda dediği gibi “bir fincan kahve olsam” çok mu olurum?