DENEME 1, 2, 3

Deneme bir kiii üç…. se a ssssesss ssess kontrol ssse a e ko eeee ko!!!!! Sayın yolcularımız hoş geldiniz. Yer: Zeytinburnu İstanbul. İstikamet: Davutpaşa. Tarih: Bilmem kaç haziran ikibin sekiz. Saat: Sabahın körü. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki biz de sizin gibi hatta dünyada yaşayan 7-50 yaş arası sağlıklı, hatta sağlıksız, şu veya bu şekilde normal, hatta anormal bir hayat süren insanların %70’i gibi pazartesilerden nefret ediyor hatta sabahlarından tiksiniyoruz. Kalan %30’un %60’i emekli, %12’si okul çağına gelmemiş çocuklar, %9’u derin komada yatan hastalar %8’i üniversiteyi benim okumuş olduğum gibi okumakta olan öğrenciler, %1’i de sizin ve bizim gibi sabahın köründe kalkıp hafta boyu ve hafta sonunun bir kısmını köpek gibi çalışarak geçiren insanların emeklerini sömüren siki taşağına denk götüyle trampet çalan insanlar ve geriye % kaç kalıyorsa o kadarı da Afrika kuzey güney Amerika orta Asya ve Avusturalyada yaşayan yerli kabileler. Bu yüzdeler tahmini hatta götümüzden atıyoruz bile diyebiliriz. Fakat siz yine de siz olup bu değerlere itiraz etmeyin sabah, sabah asabımızı zıplatmayın ağzınızın ortasına çarparız demedi de demeyin. Pazar akşamımız pek çoğunuz gibi bu sabahın gelmesinin kaçınılmaz olması ve yalnızlık, kaybetmişlik duygusu, parasızlık, pulsuzluk, çulsuzluk evde izlenecek iyi bir film kalmamış olması gibi sebeplerden ötürü pek de keyifli geçmedi. Bu günün haftanın ilk iş günü olması sebebiyle dün akşam erken yatmaya niyetlendik pek çoğunuz gibi uyuyamadık. Nedeni ise yine pek çoğunuz gibi Pazar günü öğlene kadar sığır gibi uyumuş olmamız. Bazılarınız gibi dün akşam internette biraz takılıp can sıkıntımızı gidermeye çalıştık. Hatta “hottest girls you can ever imagine” tadında reklam bannerlarına bile tıklamadık desek yalan olmaz. Sonra bazılarınızdan biraz daha azının yaptığı gibi kendimizi kandırdık ve iki bira atarsak uykumuz gelir dedik ve öküz gibi altı bira içtik. Yoksa yedi miydi? Neyse… karga bokunu yemeden saatimiz çaldı ve beş dakika daha diye erteleye erteleye zaman limitini sonu kadar kullanıp, yataktan fırladık yüzümüzü doğrarcasına kese biçe tıraş olup yalap şap kahvaltıyla bu noktaya kadar geldik. Uykusuzluğun ve akşamdan kalmalığın kaçınılmaz sonucu olarak görünüşte fiilen uyanık, mecazen uyanıklığın yanından bile geçmeyen andaval bir postürdeyiz. Ve hepiniz gibi biz de son derece asabiyiz. Zihinsel durumumuz ise çok daha çetrefilli. Uyanık bir insanın sahip olduğu zihinsel dinamizmle birlikte, afyonun patlamamış olmasından mütevellit uyuşukluğun yarattığı zihinsel kontrol mekanizmalarının denetiminden yoksunuz. Bize kalsa koşaraktan yatağa döneriz. Zira bu ruh haliyle dehşet bir cinayete tanık olsak şahitliğimizi bile kabul etmeyiz. Ama bize kalmıyor. Yolculuğunuzun keyifli geçeceği yönünde bir taahütümüz yok hatta varış noktanıza sağ salim varacağınızı bile garantilemiyoruz. Yolculuğumuz az önce belirttiğimiz nedenlerden dolayı yarı kontrollü rüya görme tadında yokuş aşağı boş viteste bilişsel bir akış olarak geçecektir. İlk uyaranımızla akışımız başlayacak öğlen yemeğinden sonraki rehavet geçip akşam üstü ayılıncaya kadar şuursuzca sürecektir. İlk uyaranımız geldi bile. Karşıdan gelen kumaş pantolon altına geçirdiği parmak arası terlikleriyle moda dünyasında çığır açmayı amaçlayan bu arkadaşın eşcinsel olma ihtimali üzerine tartışma yapabiliriz. Ama ful aksesuar keko görünümlü bu arkadaşın çizdiği profil yapay da olsa bile bir homonun inceliğinden oldukça uzak. Olsa olsa homofobiktir. Ve muhtemelen bütün gün her gördüğü kadının kıçına bakarak iç çamaşırı izi arayarak tanga giyip giymediği üzerine derin bir zihinsel performansla isabetli tahminler yürütmeye çalışmakta, sık, sık tüm mal varlığının yaklaşık %60’ına tekabül eden cep telefonundaki kısa porno görüntülere bakarak 31’e malzeme çıkarmaktadır. “bir homonun yapay inceliği” ibaresini de biraz açmakta yarar görüyorum. Tüm tasarımcılar gibi tanrı da insan denen yaratığı tasarlarken bir kaba taslak yapmıştır. Buna halk arasında genel olarak erkek denir. Ama öküz sığır ayı gibi adlandırmalar da sıklıkla yapılmaktadır. Kadınların bir kısmı içgüdüsel nedenlerle kaçınılmaz bir diyalektik hata yapar. Bu kadınlar erkeklere aşkım sevgilim canım cicim bir tanem gibi isimler takarlar. Fakat öyle ya da böyle acı gerçeğin farkına varan bu kadınlar, bu taslak insana diğerlerinden daha acımasız isimler yakıştırırlar. Eşşoğlueşşek, hayvanoğlu hayvan bunlar arasında en yaygın olanlarıdır. Bu arada üst geçit merdivenlerinin başında ortasında ve üstünde ve üst geçitte kendilerince insanların vicdanlarını harekete geçirecek türlü argümanlarla sadaka koparmaya çalışan dilenciler dikkatimizden kaçmıyor. Bir insan dilenciye niye para verir ki? Bu konudaki en yaygın açıklayıcı düşünce, yardıma muhtaç insanlara karşı toplumsal sorumluluğunu yerine getirerek vicdani rahatlama sağlamaya çalışma ve bu rüşvetle sevap kazanarak öbür dünyada cennetten bir parsel koparma çabasıdır. Ama biz biliriz ki dilenciler yardıma muhtaç insanlar değildir. Hatta kendine para veren insanların pek çoğundan daha iyi bir ekonomiye sahip olduklarını söylemek yanlış olmaz, olsa da umurumuzda olmaz çünkü pazartesi sabahındayız işe gidiyoruz ve dünya yansa da tatil olsa diye umuyoruz. İnsanların dilencilere para vermelerinin nedeni, ne sevap kazanma, ne toplumsal görev, ne acıma, ne de merhamettir. Neden çok daha basit bir duygudan kaynaklanır. Bu duyguya biz umut diyoruz. Bazıları bu ismi çocuklarına takıyor ama biz duyguya takmayı tercih ediyoruz. Bu arada duygu bir kız değil takmaktan kastımız da o anladığınız şey değil. Hissiyat güzel kardeşim zıplama ordan öööle!... geç geç kapıya yanaş bu durakta inicez. Ne diyorduk? Ha umut. Evet umut. Umut genellikle iyi yada güzel bir şeye kavuşma yada onu elde etmeye yönelik bir inancı tanımlamakta kullanılan bir sözcük fakat biz burada onu, bir düşkünle karşılaşan bir insanın verdiği tepkiyle bağdaştırdık. Bu size garip gelebilir gelmiyorsa son kısmı bir daha okuyun, hala gelmiyorsa devamını okumayın ne demek istediğimizi zaten biliyorsunuz demektir. Günaydın Yalçın abi… insanlar dilencilere para verirler çünkü bir gün kendileri de yardıma muhtaç bir duruma düşerlerse, kendilerine yardım eli uzatacak birilerinin çıkacağını umarlar ve buna inanmak isterler. Ama babayı alırlar zira düşene bir tekme de ben vurayım diyen yine aynı insan… günaydın Mehmet bey neyse biz işe başlayalım siz de kendinize oyalanacak bir şeyler bulun ilk fırsatta tekrar döneceğiz bu konuya eğilmeyeceğiz daldan dala atlamayı sürdüreceğiz. Dalın lan! Sabah sabah!!!

HEMŞERİM MEMLEKET NİRE?

-Nerelisin?
-Ankara
-Neresinden?
-Mamah!
-Nerelisin?
-Adanalıyıh!
-Nerelisin?
-yerliyim
-Nerelisin?
-terliyim
-Nerelisin?
-yolluyum
-Nerelisin?
-şanlıyım
-Nerelisin?
-delikanlıyım
-Nerelisin?
-ballıyım
-Nerelisin?
-kıllıyım
-Nerelisin?
-saklıyım
-Nerelisin?
-gizliyim
-Nerelisin?
-aşılıyım
-Nerelisin?
-ilgiliyim
-Nerelisin?
-bilgiliyim
-Nerelisin?
-şanslıyım
-Nerelisin?
-allıyım
-Nerelisin?
-sarılıyım
-Nerelisin?
-yaralıyım
-Nerelisin?
-taralıyım
-Nerelisin?
-çilliyim
-Nerelisin?
-karlıyım
-Nerelisin?
-kârlıyım
-Nerelisin?
-50’yim
-Nerelisin?
-50’si de belliyim
-Nerelisin?
-kelliyim
-Nerelisin?
-felliyim
-Nerelisin?
-dilliyim
-Nerelisin?
-kurtluyum
-Nerelisin?
-alımlıyım
-Nerelisin?
-çalımlıyım
-Nerelisin?
-yalıyım
-Nerelisin?
-çalıyım
-Nerelisin?
-kutluyum
-Nerelisin?
-dertliyim
-Nerelisin?
-ağlamaklıyım
-Nerelisin?
-deliyim
-neresinden?
-içinden…

Kuantum Mekaniksel Aşklar ya da Zor İş Ben Olmak Vesselam




Her ay düzenli aldığım dergilerin bir çoğunda bu ay CERN’de yapılan ATLAS deneyine geniş yer verilmiş. Hatta Bilim ve Teknik bu sayısını buna ayırmış diyebiliriz. Bir tek Le-Manyak’ta konuyla alakalı bir şey göremedim. Neden acaba? Bu ve benzeri deneyler aslında yıllardır yapılıyor. Hem de sadece CERN’de de değil. Dünyada bu konuda çalışan 10 civarı enstitü ya da merkez var. Hatta aralarında ciddi rekabet var bile denebilir. Bu son deneyi bu kadar meşhur yapan iki şey var biri maliyeti diğeri ise konuyla ilgili bilgisi olmayan birkaç medya dangalağının, bilim adamlarının deneyle ilgili yaptıkları açıklamalardan cımbızla çektikleri bir kelimeyle insanları paniğe sevk ederek bundan prim yapmaya çalışması. Karadelik!!! Aman allahım!!!




Ben size bu gün bu deneyden bahsetmeyeceğim ama bu deneyin vesilesiyle başka bir şey anlatmak istiyorum. CERN’de özetle atomaltı parçacıklar inceleniyor diyebiliriz. Bu parçacıkların ilginçlikleri saymakla bitmez. Her birinin ayrı bir yapısı ve karakteri var. Tıpkı bizler gibi. Evet bizler gibi karakterleri var ve fiziksel varlıklarının yanında karakterleriyle de evreni etkiliyorlar. Fazla terminolojik detaylara girmeden birine şöyle bakalım. Parçacıkların en meşhuru elektrondur. Elektron çok çok çok çok küçük bir parçacıktır. Hatta parçacıklar dünyası için bile oldukça küçüktür. Kütlesi protonun kütlesinin iki binde biri civarında minicik mini minnacık parçacık içi dolu turşucuk. Bu kadar küçük olmasına karşın yıldırımlardan, radyo dalgalarına, televizyonun renkli göstermesinden, yayınlanmasına, uydu haberleşmesinden, ısınma enerji vs tüm elektrik olaylarından tek başına sorumludur. Sikim kadar boyu var türlü, türlü huyu var sözü sanki elektron için söylenmiş. Dedik ya parçacıkların da bizim gibi karakterleri var. Elektronun da bir karakteri var ve bu sayede evrene kütlesinden ve hızından ayrı olarak bir etki yapıyor. Elektronun etrafında bir elektrik alan vardır. Bu elektrik alan işte onun karakterinin çevresine etkisidir.
Bir elektron bir başkasıyla karşılaştığında hızlarına ve enerjilerine bağlı olarak birbirlerine ancak belirli bir mesafeye kadar yaklaşabilirler. Ama etraflarındaki elektrik alandan kaynaklanan itme kuvveti eninde sonunda baskın gelir ve bu iki elektroncuk birbirlerine dokunamadan tekrar uzaklaşırlar.



Ben bu davranışı oldum olası çok insancıl bulmuşumdur. İnsanlar da tıpkı parçacıklar gibiler. Karakterimizle birbirimize fiziksel varlığımızın ötesinde etki yapıyoruz. Kendimize bir etki alanı belirliyoruz o alanı hakimiyet alanı olarak addedip içine kimsenin girmesine izin vermiyoruz. Bu yüzden kişisel eşyalarımızın başkaları tarafından kullanılması bizi gıcık ediyor. Bu yüzden ofiste masamıza paldır küldür oturup kafasına göre bir şeyler yapan tiplere uyuz oluyoruz. Bunun en bariz örneğini asansörlerde görebiliriz. Asansörler yabancıların birbirleriyle mecburen çok yakın mesafede yalnız kaldıkları ortamlardır. Bu durumda insanlar kendilerinin etki alanlarına izinsiz girilmiş hakimiyet alanları işgal edilmiş hisseder. Aynı zamanda bir başkasının etki alanı içinde kendi rızası dışında bulunduklarını hisseder. Bu yüzden asansörler gerilimli ortamlardır. İnsanlar fazla konuşmaz, göz teması kurmamaya özen gösterirler. Kişiliğimiz geliştikçe daha doğrusu şekillendikçe etrafımızda oluşturduğumuz etki alanı da güçleniyor. Karakterimizi şekillendiren en önemli etmenin ise, yaşadığımız acılar ve onları tekrar yaşamamak için geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları olduğunu göz önüne aldığımızda, aslında etrafımıza nasıl bir bariyer oluşturduğumuz ve kendimizi nasıl da yalnızlaştırdığımız gerçeği ile yüz yüze geliyoruz. Elektronlar da yalnız parçacıklardır.

Burada sosyal olmaktan bahsetmiyorum. Geniş ve aktif bir sosyal hayata sahip olmakla yalnız olmamak çok farklı şeyler.
Bu durum trajik yüzünü en acımasız şekliyle aşklarımızda gösteriyor bence. Bir tasavvuf kıssası vardır. Kahramanını hatırlamıyorum ama özetle şöyle;

Tak tak!!!
- kim o?
- ben!!!
- sen isen git!!!

Seneler geçer…

Tak tak!
- kim o?
- sen gönüllerin sultanı…
- ben isem gel!!!

Zaman geçtikçe git gide daha fazla ben oluyoruz. Ve git gide daha güçlü bir alanla örüyoruz etrafımızı. Ve bu yüzden en mutlu aşklarımız geçmişte kalanlar oluyor ve aynı tadı bir daha yakalayamıyoruz. Ben daha bu kadar ben olmamışken. Ve o henüz bu kadar o değilken biz olmak çok daha kolay oluyor. Beraber olmanın ya da “seni seviyorum”la yalınlaştırdığımız durumun ötesinde bir derinlik biz olmak. Tek beden gibi davranıp tek zihin gibi düşünmek. Konuşmadan iletişebilmek, söylemeden anlatmak, anlatmadan bilmek. Daha fazla ben oldukça bir başkasının benlik alanından içeri girmek zorlaşıyor. Daha fazla ben oldukça bir başkasını o benlik alanından içeri almak da aynı derece zor oluyor.
İşte bu yüzden bazı ayrılıklar çok travmatik oluyor ve pişmanlığı bir ömür boyu sürüyor. İşte bu yüzden en güzel aşklar çocukken yaşananlar oluyor ve aynısını aramakla bir ömür geçiyor.



113 ocak 2010

01:1443

Bu Gün Neler Öğrendik?

200'le giderken kaskın içine hapşuracaksan, ya çok soğuk kanlı olacaksın ya çok şanslı...

Basit İşlevsel ve Edepsiz

Tam her türlü donanıma sahip çizgi film karakterleri hakkında kayda değmeyecek en iyi ihtimalle teğet geçecek bir yazı yazmak üzereydim ki aklıma başka bir şey geldi. Değse kaydı da ziyan edecek bu konuda yazmak için kendime kahve bile yapmıştım oysa ki. Ama bir anda aklıma bambaşka bir şey geldi ve onu yazmak üzere sancak yönüne dümen kırdım.

Önce size biraz mesleğimden bahsedeyim. Efendim bendeniz, nükleer radyokimya uzmanıyım. Mesleğimiz gereği, ileri teknoloji sınıfına dahil edilebilecek cihazlar kullanıyoruz. Örneğin 25 megaelektronvolt enerjisinde bir parçacık hızlandırıcısında protonları ışık hızına yakın hızlara ulaştırıp, oksijenin ağır bir izotopundan sentezlenmiş suyu ışınlıyor, ve daha sonra oluşan bu ara ürünle radyokimyasal sentez yapıyoruz. Tüm bu süreçler, zırhlı hücreler içinde tamamen bilgisayar kontrollü sentez reaktörlerinde gerçekleştiriliyor. Gördüğünüz gibi oldukça bilim kurgu bir hede, hödö. Bu mevzuyu herkesin anlayabileceği şekilde basitleştirerek de anlatabilirdim ama sizi konuya biraz da yabancı tutup hadisenin gözünüzde bilim kurgu bir yerde olmasını istediğim için terminolojik bir dille anlattım. Çünkü az sonra anlatacağım şey için bence böylesi daha iyi…

Siklotronlar, sentez reaktörleri, sensörler, radyoaktivite v.s. peki başımız sıkışınca, örneğin bir arıza olduğunda başvurduğumuz alet ne oluyor? Tornavida! Evet arızaları godanilyum impulsatör prosesörleriyle tamir edemiyoruz. Zaten öyle bir alet de yok. Bir anda o ileri teknoloji uçup gidiyor ve bayağı bildiğin marangoz gibi, kaportacı gibi tornavidayı, penseyi, İngiliz anahtarını alıyoruz başlıyoruz söküp takmaya.




Tüm o cihazlar üstün bir zekanın ürünü gibi görünse de aslında deha çok daha yakında gözümüzün önünde. Vida! Tornavida! Ne kadar basit ama ne kadar işlevsel? Nedir temel işlev? İki parçayı gerektiğinde sökülebilecek şekilde bir arada tutmak. Başka alternatifler yok mu? Var tabi ama bu kadar basit, ucuz ve pratik değil. Tarihi de çok eskiye dayanan bir icat vida. Teknolojinin henüz başında icat edilmiş ama, masalardan musluklara, bilgisayarlardan cep telefonlarına, hatta siklotronlara kadar her yerde hala kullanılıyor. Teknoloji neleri devirdi ama vida ve tornavida hala tahtında oturmakta. Uzaya mekik de göndersen bunu kullanacaksın kardeşim.


Uzay mekiği demişken, bu devasa ve yine ileri teknolojinin ürünü olan alete de bir bakalım. Modern çağın Athena’sı Hazreti gogıla sordum, nedir aga bu uzay mekiğinin olayı? Peheyyy!!! Bir sürü bilgi saydı bana. Örneğin, bu devasa araç ademoğlunu fezaya taşımak için 12,5 milyon Newtonluk bir kuvvetle itiyormuş kendini göğe. 2,5 milyondan fazla parçadan oluşuyormuş, saatte 27870 km hızla gidiyormuş. Bilmem kaç bitlik veri hızında uydularla iletişim kurup gökyüzündeki konumunu yüzde bilmem kaç hassasiyetle saniyenin bilmem kaçta birinde hesaplıyormuş falan filan. Aslında fazla söze gerek yok şoförünün şöyle bir yerde oturduğu bir araçtan söz ediyoruz.



Ama bu olağanüstü teknoloji ürünü alet arştan arza döndükten sonra toprağa yüz sürebilmek için yine çok basit ve icadı bin yıllar öncesine dayanan hatta belki de yapılmış ilk icada muhtaç. Tekerlek!



Basitliğin ve işlevselliğin dehası yine karşımızda. Son derece basit bir tasarım. Şekli de oldukça temel. Belki de ilk tekerleği yontan atalarımız güneşten, aydan feyiz almışlardır. Ama torunlarının oralara gittikten sonra yeryüzüne konmak için yine onların bu icadını kullanacaklarını düşünmüşler midir acaba? Tekerlek geometrisi itibariyle basitliği olduğu kadar mükemmelliği de barındırır. Çember, geometrik şekillerin en mükemmelidir. Öklidden Pisagor’a, Ömer Hayamdan Harizmi’ye matematiğin ve geometrinin kurucuları ve yaşamış en büyük dehaları, hayatları boyunca uğraşmışlardır çemberle. Çemberin çevresinin çapına oranını veren pi sayısının sırrı halen daha bir muammadır.

İnsanın yaptığı en karmaşık yapılar, aletler, araçlar ya da cihazlar her zaman en basitlerinin üstünde durmaktadırlar. Bunun nedeni ise doğanın işleyişinin böyle olması. İnsanın doğasına aykırı davranması tabi ki de beklenemez. Nasıl ki teknolojiyi ileri sıçratan icatlar son derece basit ve temel iseler, doğa da canlı yapıları evrim basamaklarında sıçratırken basit ve temel araçlar kullanmıştır. Canlılığın bu kadar çeşitli olmasının nedeni eşeyli üremedir. Yani türün bireylerinin birbirinin genetik kopyası olan yeni yavrular meydana getirmek yerine bireyler arasında gen değiş tokuşu yaparak ilkinden farklı özelliklere sahip yeni bireyler meydana getirmesine dayanan üreme biçimi. Eşeyli üreme yüksek yapılı canlılarda görülen bir üreme biçimidir. Ama tüm eşeyli üreyen canlılar doğada aynı derecede etkin değildir. Örneğin bitkiler; çiçekler tozlaşacak, bu tohumları nektar toplamaya gelecek böcekler alıp başka yerlere taşıyacak o başka yerlerde tohumlar yaşamaya uygun şartlar bulacak büyüyecek ölme eşeğim ölme. Hiç de basit ve işlevsel değil. Üreme sistemleri bu kadar karmaşık ve çetrefilli olduğu için sınırlı hareket kabiliyetleriyle ve değişikliklere dirençsizlikleriyle, edilgenlikleriyle canlılığın efendileri bitkiler değildirler. Besin piramidinin en alt basamağında bulunan bitkiler canlılığın hiyerarşisinde de en alttadırlar. Canlı organizma hiyerarşisinde üst basamaklarda olan canlılar bu konumlarını neye borçludurlar peki? Dedik ya kompleks yapılar basit ve temel araçlar üzerinde yükselir. Peki hayvanların eşeyli üremek için kullandıkları bu basit araç ne? Çük! Evet çük! Penis, pipi, kamış vs, vs bir sürü farklı isimle de anılır. Biz burada çük ismini kullanacağız. Çük tıpkı tornavida gibi son derece basit ve etkili bir tasarımdır. Şekli itibariyle bir çubuktur. İşlevi itibariyle bir boru gibidir. İçindeki kanaldan tohumları bahçeye şırınga ederek en etkin üreme biçimini gerçekleştiren basit bir araçtır. Örneğin balıklarda veya böceklerde durum böyle değildir. Dişi yumurtalarını dışarı bırakır erkek gelir onu dışarıda döller. Yumurtaların az bir kısmı döllenebilme şansı bulur. Döllenen yumurtaların bir kısmını başka canlılar yer. Bu yüzden milyonlarca yumurtadan ancak çok az bir kısmı gelişerek yaşama fırsatı elde eder. Bu yüzden de gelişme adaptasyon ve çeşitlilik yetenekleri zayıftır. Ama çükün varsa durum farklı olasılık çok daha yüksek. Hayvanlar arasında egemenlik çükün etkin kullanımına bağlıdır. İnsana bakalım. İnsan doğada çiftleşme harici cinsel ilişkiye giren tek canlı. Çükün etkin kullanımı işte bu. Dolayısıyla bu davranış ona yılın her mevsimi üreyebilme olanağı sunuyor. Her zaman çiftleşebilir ve yeni yavrular meydana getirebilir. Peki bunu tek başına mı yapıyor? Hayır gayet tabi. Üremek için erkeğin bir dişiye ihtiyacı var. Yani her çük bir kukuya muhtaç. Ama kukunun durumu bu kadar basit değil. Labiası, klitorisi, dölyolu, yumurtalığı, menstürasyonu, siklusu çok karmaşık ve teferruatlı bir hadise kuku. Çok çetrefilli ve bakımı da oldukça zor. Eminim bir kuku sahibi olmak çük sahibi olmaktan çok daha zor ve zahmetlidir. Çük ise basit ve işlevsel. İşte bu yüzden canlılık hiyerarşisinde egemenlik insanda iken insanlar arasında da erkektedir. Basit bir aracı kullandığı için. Pek tabi ulaştığımız bu medeniyet seviyesinde kadın ve erkek eşit olmalı. Hatta sadece kadın ve erkek değil tüm canlılar yaşama ve özgürlük hakları bakımından eşit olmalı ama pratikte durum bu değil. Çükü olan canlılar egemen, onu en etkin kullanan canlılar en egemen. Kabul edelim; nasıl ki en karmaşık araçlar ve yapılar en basit, temel ve etkin araçlar olan vida, tornavida veya tekerlek gibi aletler üzerinde yükseliyorsa, canlılığın egemenliği ve hükmü de çükün taşakları üzerinde yükselmektedir.




107 ocak 2010

01:761