Senelerdir söylediğim bir laf vardır. Derim ki; su her zaman 100 santigrat derecede kaynamaz. Gerçekten de öyle. Su sadece safken 1 atm basınç altında 100 santigrat derecede kaynar. Yani suyun içinde çözünmüş mineraller tuzlar ya da her ne ise hatta havadan gelen CO2 ve O2 gibi gazlar bile suyun kaynama sıcaklığını değiştirir. Açık hava basıncının da deniz seviyesinda + 4 oC de 1 atm olduğunu da hesaba katarsak. Su arada sırada 100 oC de kaynar demek hiç de yanlış olmaz. Oysa bizim bildiğimiz bu değildi değil mi? Su 100 oC de kaynar. Peki ben bunu neden söylerim? Şimdi efendim insanlar arasındaki yaygın düşünce kendi hayatını kendinin yönettiği ve kendi aldığı kararlarla istediği yöne gittiğidir. Ama tıpkı suyun kaynamasında olduğu gibi insan hayatına etki eden sayısız parametre vardır. Yani insan aslında sadece koşullarının el verdiği ölçüde seçim yapabilir. Yani aslında hepimiz rüzgarda savrulan yapraklar gibiyiz.
- Rüzgarda savrulan yapraklar gibiyiz. Edebi bir dramatizasyon oldu mu?
- Olmadı.
- Klişe oldu dimi?
- Evet!
- Bence de evet!
Peki ne var bunda biz bunu zaten biliyorduk dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama duymuyorum. Sanırım siz de demiyorsunuz der gibi yapıyorsunuz. Lafa gelince biliyorsunuz! Bilmediğiniz başka bir şey var ama. En azından bir çoğunuzun bilmediğini tahmin ettiğim bir şey. Nöropsikiyatri dalında bol çalışma yapmış çok ödül almış bir zat var ki Benjamin Libet olarak tanınır. Adının bu olmasıyla alakalı olabilir. Şimdi bu Ben Libet – biz samimi olduğumuz için ben kendisine Ben diyorum. Ben kendime de ben diyorum bu gün iyi saçmalıyorum- bir çalışma yapmış bir tez ortaya atmış. Bunun için de bir deney yapmış. Efendim deneyde, Ben bakın b’yi büyük yazıyorum benle karıştırmayın zira az sonra anlatacağım caniliği yapan ben değilim Ben. Deneyde, hastaların kafatasları açık ve beyinleri kabak gibi ortadayken beyinlerinin belli bölgelerine küçük elektrik şokları vermiş. Üstelik bu esnada hastaların bilinçleri açık. Zira bütün bedeni hisseden beyin hissiz bir organdır. Beyin hissetmez. Belki de bu yüzden kendimizi kötü hissettiğimizde beynim kırıldı demiyoruz. Hastaların beyinlerinin belli bölgelerine şok vermesinin nedeni sanki bir yerlerine dokunuluyormuş gibi hissetmelerini sağlamak. Beyninizin uygun bölgesi uyarıldığında elinize ya da kolunuza dokunuluyormuş gibi hissedersiniz. Bu yapay hissi yaratırken de hastanın bilinç düzeyinde farkındalığının da süresini ölçmüş. Yani aslında hastanın kendine dokunulduğunun ne zaman farkına varacağını bilmek istemiş. Ve bu süreyi 500 milisaniye olarak tespit etmiş. Yani insanlar ancak yarım saniye sonra kendilerine dokunulduğunun farkına “bilinç düzeyinde” varabiliyorlar. Biz bir yerimize değdiğimizde bunu anında hissediyormuşuz gibi geliyor ama öyle değil. Ve bu sadece dokunma için de geçerli değil. Tüm uyaranlar için bu böyle. Yani bizim şimdi “şu an” dediğimiz her şey aslında yarım saniye öncesi. Aslında zamanı tam yarım saniye geriden takip ediyoruz ki bu beyin için çok uzun bir süre. Örneğin bir videoda görüntüyle ses arasındaki yarım saniyelik kayma bilinç düzeyinde bile fark edilemeyecek şey değil. Bir de beynin çalışma hızını düşünün gerçekten uzun bir süre bu 500 milisaniye. Ama her nasılsa şimdide yaşıyoruz. Daha da ilgincine gelecek olursak, Ben bununla da yetinmemiş. B’ye dikkat! Ve bu defa olayı tersten kurgulamış. Bu defa hastalara parmaklarını istedikleri zaman kıpırdatmalarını söylemiş ve bu esnada hastaların parmak kıpırdatmak için gereken sinirsel aktiviteyi göstermeleriyle bunun “bilinç düzeyinde” farkına varmaları arasındaki zaman farkını ölçmüş. Sonuç daha da ilginç. Hastanın parmaklarını kıpırdatma aktivitesi, bilincinin bunun farkına varmasından yine 500 milisaniye önce gerçekleşiyor. Karar verme dediğimiz şey ise bilinç düzeyinde bilinçle yapılan bir aktivite. Ama önce hareket geliyor, karar ise sonra gerçekleşiyor. Başka bir değişle biz karar verdiğimizde çoktan eyleme geçmiş oluyoruz. Ama yine bunu sanki önce karar vermiş sonra harekete geçmiş gibi yaşıyoruz. Peki hareket karardan önce geliyorsa kararı kim veriyor ya da bizi kim ya da ne harekete geçiriyor? Bir başkasının bizim adımıza karar vermesi tabi ki söz konusu değil. Ama açık olan şey de bunun bilinç seviyesinde olmadığı. Buyurun cenaze namazına. Ben bir şey yapmak istediğimde bunun kararını ben vermiyorsam kim veriyor Ben mi? Bir de tabi özgür irade sorunsalı var. O konulara hiç girmeyeyim. Giren zaten girmiş ve işin içinden de henüz çıkamamış. Gerçekten ciddi bir açmaz. Ben’in deneyleri için eleştiriler de olmamış değil ama henüz bu açmazdan kurtulmak için alternatif bir teori ortaya atılmış da değil.
Aslında buraya linkini koyacaktım vazgeçtim. Gogıldan arayın lan o kadar ilgiliyseniz bana ne. Armut piş ağzıma düş oh. Hem yazalım hem linkini verelim. İyi be! Bundan sonra da kimse bana lö lö yapmasın. Bunları bana kim yaptırıyorsa gidin bulun derdinizi ona anlatın.
- Rüzgarda savrulan yapraklar gibiyiz. Edebi bir dramatizasyon oldu mu?
- Olmadı.
- Klişe oldu dimi?
- Evet!
- Bence de evet!
Peki ne var bunda biz bunu zaten biliyorduk dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama duymuyorum. Sanırım siz de demiyorsunuz der gibi yapıyorsunuz. Lafa gelince biliyorsunuz! Bilmediğiniz başka bir şey var ama. En azından bir çoğunuzun bilmediğini tahmin ettiğim bir şey. Nöropsikiyatri dalında bol çalışma yapmış çok ödül almış bir zat var ki Benjamin Libet olarak tanınır. Adının bu olmasıyla alakalı olabilir. Şimdi bu Ben Libet – biz samimi olduğumuz için ben kendisine Ben diyorum. Ben kendime de ben diyorum bu gün iyi saçmalıyorum- bir çalışma yapmış bir tez ortaya atmış. Bunun için de bir deney yapmış. Efendim deneyde, Ben bakın b’yi büyük yazıyorum benle karıştırmayın zira az sonra anlatacağım caniliği yapan ben değilim Ben. Deneyde, hastaların kafatasları açık ve beyinleri kabak gibi ortadayken beyinlerinin belli bölgelerine küçük elektrik şokları vermiş. Üstelik bu esnada hastaların bilinçleri açık. Zira bütün bedeni hisseden beyin hissiz bir organdır. Beyin hissetmez. Belki de bu yüzden kendimizi kötü hissettiğimizde beynim kırıldı demiyoruz. Hastaların beyinlerinin belli bölgelerine şok vermesinin nedeni sanki bir yerlerine dokunuluyormuş gibi hissetmelerini sağlamak. Beyninizin uygun bölgesi uyarıldığında elinize ya da kolunuza dokunuluyormuş gibi hissedersiniz. Bu yapay hissi yaratırken de hastanın bilinç düzeyinde farkındalığının da süresini ölçmüş. Yani aslında hastanın kendine dokunulduğunun ne zaman farkına varacağını bilmek istemiş. Ve bu süreyi 500 milisaniye olarak tespit etmiş. Yani insanlar ancak yarım saniye sonra kendilerine dokunulduğunun farkına “bilinç düzeyinde” varabiliyorlar. Biz bir yerimize değdiğimizde bunu anında hissediyormuşuz gibi geliyor ama öyle değil. Ve bu sadece dokunma için de geçerli değil. Tüm uyaranlar için bu böyle. Yani bizim şimdi “şu an” dediğimiz her şey aslında yarım saniye öncesi. Aslında zamanı tam yarım saniye geriden takip ediyoruz ki bu beyin için çok uzun bir süre. Örneğin bir videoda görüntüyle ses arasındaki yarım saniyelik kayma bilinç düzeyinde bile fark edilemeyecek şey değil. Bir de beynin çalışma hızını düşünün gerçekten uzun bir süre bu 500 milisaniye. Ama her nasılsa şimdide yaşıyoruz. Daha da ilgincine gelecek olursak, Ben bununla da yetinmemiş. B’ye dikkat! Ve bu defa olayı tersten kurgulamış. Bu defa hastalara parmaklarını istedikleri zaman kıpırdatmalarını söylemiş ve bu esnada hastaların parmak kıpırdatmak için gereken sinirsel aktiviteyi göstermeleriyle bunun “bilinç düzeyinde” farkına varmaları arasındaki zaman farkını ölçmüş. Sonuç daha da ilginç. Hastanın parmaklarını kıpırdatma aktivitesi, bilincinin bunun farkına varmasından yine 500 milisaniye önce gerçekleşiyor. Karar verme dediğimiz şey ise bilinç düzeyinde bilinçle yapılan bir aktivite. Ama önce hareket geliyor, karar ise sonra gerçekleşiyor. Başka bir değişle biz karar verdiğimizde çoktan eyleme geçmiş oluyoruz. Ama yine bunu sanki önce karar vermiş sonra harekete geçmiş gibi yaşıyoruz. Peki hareket karardan önce geliyorsa kararı kim veriyor ya da bizi kim ya da ne harekete geçiriyor? Bir başkasının bizim adımıza karar vermesi tabi ki söz konusu değil. Ama açık olan şey de bunun bilinç seviyesinde olmadığı. Buyurun cenaze namazına. Ben bir şey yapmak istediğimde bunun kararını ben vermiyorsam kim veriyor Ben mi? Bir de tabi özgür irade sorunsalı var. O konulara hiç girmeyeyim. Giren zaten girmiş ve işin içinden de henüz çıkamamış. Gerçekten ciddi bir açmaz. Ben’in deneyleri için eleştiriler de olmamış değil ama henüz bu açmazdan kurtulmak için alternatif bir teori ortaya atılmış da değil.
Aslında buraya linkini koyacaktım vazgeçtim. Gogıldan arayın lan o kadar ilgiliyseniz bana ne. Armut piş ağzıma düş oh. Hem yazalım hem linkini verelim. İyi be! Bundan sonra da kimse bana lö lö yapmasın. Bunları bana kim yaptırıyorsa gidin bulun derdinizi ona anlatın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder