Hayatı Bitse de Gitsek Tadında Yaşamayanlara... Hayata Anlam Katmaya Çalışırken Bokunu Çıkarmayanlara...
Uzun donlu kişot
Yıl muhtemelen 1986 olmadı 87 yılı ya da onun gibi bir şey.
O yıllar işte.
İbrahim Tatlıses’in “Allah Allah bu nasıl sevmek’i”
“mavi mavi” gibi şarkılarını söylediği yıllar. Ayağında kundura modu geçmiş apgıreyd olmuş. Yer İstanbul Zeytinburnu…
bir Pazar sabahı çocuk ben ve yine bok varmış gibi erken saatte hortlamış. Televizyonda açıköğretim İngilizce dersi… o iğrenç saçlı şişko kadın ve mayk. Televizyondan bu gün onlayn tabir ettiğimiz yöntemle yurdum gençlerine İngilizce öğretme gayretindeler. Ben çocuğum ve aklımda iki soru var bir votran ne zaman başlayacak iki annemle babamı uyandırmak için hala çok mu erken?
Çünkü günlerden Pazar ve şu an benim de olduğum gibi babam o günlerde Pazar sabahları erkenden uyandırılmaya uyuz oluyor.
Gelgelelim uyandırmam şart çünkü gazetelerin kağıttan katlanıp yapıştırılarak yapılan oyuncaklar verdiği yıllar ve o gün oyuncak robot var. Ev olsun tren olsun hatta araba olsun o kadar önemli değil ama iş robot ve uçağa geldi mi hooop orada duuur!!! Bu kaçmaz kaçamaz. Şimdiiii… işin ucunda bilim kurgu bir hadise varsa bu birinci öncelik. O gün de öyleydi bu gün hala öyle. O robot alınmalı ve yapılmalı ve o robotla oynanmalı. Anneyle babayı kaldırmak için çok mu erken? Voltran başlayacak ve o robot alınmalı. O robot hem alınmalı hem bunun için geç kalınmazken aynı zamanda votran kesinlikle kaçırılmamalı. Bunlar o dönemin İstanbulunda yaşayan ve benim gibi olan bir çocuk için çok önemli olmakla beraber planlama ve eyleme geçme açısından benim yaşındakiler için oldukça zor ve meşakatli süreçler. Zira zaten bir haftadır -ki bu gün robotun verileceği televizyonda ilan edildiği güne denk gelir- kafalarını sikmişim ve şimdi amacıma ulaşmak için eyleme geçmeli ve bu eylem sürecini voltranla çakıştırmamalıyım. Tüm riskleri göze alıp dalıyorum odalarına ve durumu kendimce izah ediyorum. Çok mu erken yoksa voltran beş dakikaya başlar mı bilmiyorum bir panik havası ki sorma gitsin…
Her ikisi de benim bu konudaki hassasiyetlerimi, hassasiyetlerimi siktir et düşman başına inadımı bildiklerinden benimle fazla polemiğe girmiyorlar.
Annem daha o yıllardan pes etti ve benimle mücadeleyi bıraktı. Babam hala kafasına göre…
Neyse lafın kısası annem elime parayı tutuşturdu beni bir güzel sarıp sarmaladı ve ben gazete almak üzere siktir edildim. Kış mevsimi İstanbul’un çehresinin değiştiği seneler. Yani müteahit denilen canlının evrimin son halkası olarak vücuda geldiği yıllar ve Zeytinburnu bu canlının temel yaşam alanlarının başlıcalarından biri.
Bu şu demek; mahallede her yirmi metrede bir inşaat ve bu da her kırk metrede bir birinci kattan üstüne atlayıp oynanacak bir kum kümbeti demek. Bu aynı zamanda her 37,3 metrede bir inşaat temeli anlamına da geliyor ki bu da hikayemizin önemli bir unsuru. Gazete gazeteyi salla robotu almak üzere yola koyuluyorum. Yol üstünde bir kalabalık, bir aktivite izleniyor. Söz konusu ben olunca bir merak durumu olmazsa olmaz. Gidip bakıyorum ne oluyor diye.
Bir dozer ve bir dozer için son derece doğal ve sıradan olan bir toprak kazma eylemi. Peki ama bu kalabalık neden izliyor? Sanırım kazının amacı bir şeyi gün yüzüne çıkarmak yoksa insan neden kazı izlesin ki? Ben de başlıyorum izlemeye ve beklemeye ne çıkacak diye mamafih çıkan bir şey yok dozer öööle kazmakta. Robotu almalıyım bitebilir fazla geç kalamam voltran başlayabilir. Kritik bir karar alıp robotu almak üzere koşar adım gazeteciye yönelip olabildiğince hızlı bir şekilde bu süreci sonlandırıp hazine çıkmadan kazı alanına dönmek gayesini güderek koşmaya başlıyorum çabam görülmeye değer. Gazetecide problem yaşıyorum adam para üstü vermeyi ret ediyor. Oysa ki prosedür belli malı alır parayı verirsin ve para üstünü alır gidersin. Ama yavşak gazeteci son süreçte ibnelik yapıyor ve para üstünü vermeyi ret ediyor. Bana üçün beşin lafını ediyor. Ben üç beş bilmem hele o yaşlarda hiç bilmem para üstünü vereceksin kardeşim. Sanırım gazeteci benim inatçı tavrımı seziyor ve bana sembolik bir para üstü verip beni siktir ediyor. O günlerde hep siktir ediliyorum. Önüne gelen beni başından savıyor. Kazı alanına geri dönüyorum ki ohhhh!! Hazine çıkmamış.
E iyi de bekle bekle hala çıkan bir şey yok. O değil de voltran başlayacak hala ortada bir cacık yok. Yine inisiyatif kullanıp kritik bir karar alıyorum eğer ne çıkacağını göremeyeceksem de en azından bileyim. Hazine için voltran’ı feda etmeyeceğim o kesin.
Yanımdaki lavuğa soruyorum ne çıkacak diye… lavuk dediğim kocaman adam yaşını kestiremesem de boyu benim ikibuçuk katım. Belki de daha fazla. Benim anlamadığım bir türkçeyle bana kim bilir ne diyor? Bir iki kişiye daha hazine ile ilgili sorular soruyorum genelde tatmin edici bir cevap alamıyorum. Sanırım ne çıkacak kimse bilmiyor ve ben voltran’ı kaçırma riskini almıyor ve onun yerine yine kritik bir karar alıp olay yerini terk ediyorum.
Lise ikinci sınıftayım doksanların sonları. Yine Zeytinburnu ve çırpıcı deresi ıslah ediliyor. Çeşitli iş makineleri dere yatağında çalışıyor ve yine insanlar şuursuzca izliyor. Okula gitmem lazım ama insanlar hipnotize olmuş gibi bakıyor. Lan neyi izliyorlar anlamıyorum? Hafriyat işte. İkibinlerin başı yer Eskişehir yine dere ıslahı ve yine iş makineleri yine bakan insanlar. Hatta izlemek bir yana beraberinde çekirdek, kuruyemiş hatta kağıt helva. Vallaha. Çüş! Ulan bildiğin temaşa yani çatır, çatır izleniyor işte.
Yıl 2005 yer Beyoğlu saat sabahın beşi. Zurna gibi sarhoşuz taksici gündüz açar mı diye düşünüyoruz yine inşaat yine çalışan iş makinesi ve o saatte dahi izleyen güruh. Orada flaş yanıyor “aga” diyorum arkadaşa bizim millet hafriyatperver. Ne pahasına olursa olsun hangi saat olursa olsun hafriyat izlemeyi seviyor. Bir hafriyat kanalı kurmak lazım böyle dozerler iş makineleri falan paso görüntüler hatta özel bölümler böyle buldozer operatörü sacit efendinin hayatı falan gibi programlar. Büyük inşaatlardan canlı yayınlar. Paranın amına koyduk olum!!!
Tabi benim bu fikrimi hiçbir banka ciddiye alıp bana bu girişim için kredi vermedi ve bu dahiyane fikrim finans dünyasının risk analizleri arasında kaybolup gitti.
Ama birileri tıpkı yel değirmenlerine karşı savaşan don kişot gibi hafriyat izlemeye meyilli yurdum insanını tiyatro salonlarına çekebilmek için hafriyat makinelerine karşı hala yılmadan çalışıyor ve savaşıyor. Türk tiyatrosunun tüm don kişotlarına uzun donlu kişotlara buradan, elim göğsümde başım öne eğik kocaman bir eyvalllaaaaah!!! Der ben hayatıma devam ederim onlar da savaşlarına. İcabında birer sanço panço birer rosinanteyiyiz her daim onlarla birlikteyiz….
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yine çok güzel =)
YanıtlaSileger tahmin ettigim klübedeki gazeteci ise kendilerine hala nefretim var. isyanım var ulan! bana hic gazete maketleri bırakmazdı. ne zaman gitsem "bitti" sesi ile "bisiktirolgit" bakıslarıyla eve dönerdim.
YanıtlaSil