RUBAİ

Sevgili şarap veren eline kurban olurum
Zorla metro geçiriliyor içinden ruhumun
Bu modern zamanda tramvaysız kaldım
Ben anca şarapla avunurum.

Midu

müzik - ayşegül aldinç - gözlerin su yeşili {2009} izlesene.com



Annemin Midu’su vardı. Şimdi aklılarda soru işareti belirecek. Beliren bu soru işareti “Midu ne lan” cümlesine müteakip. Doğaldır. Aslında Midu bir “ne” değil. Midu bir “kim”. Kimse Midu. Bir insan. Anneme küçükken adını söylemişler o da yanlış anlamış Midu demiş ve kadının adı Midu kalmış. O günden sonra herkes ona Midu demiş Midu aşağı, Midu yukarı… kalmış kadının adı Midu. Bana da Midu nene diye öğrettilerdi. Şimdi bu Midu nene benim çocukluğumdan kalma kontr çizgileri çok keskin çok sinemaskop bir figür. Kart sesli çirkin köy kocakarısıydı Midu. Kocaman burnunda neden ve ne olduğunu bilmediğim kocaman kara kırmızı iğrenç ve hiç geçmeyen ve hiç geçmemiş bir çeşit yarası vardı. Kart sesiyle çok heyecanlı ve ateşli bir Trakya şivesi konuşurdu. Ama öyle roman dizilerindeki çakma şivelerden değil has göçmen şivesi. Arada kaptırdı mıydı yunanca devam eder ya da değil mi gibisinden onay geri bildirimi isteyen retorik sorularını yunanca sorar cevabını aldı mıydı da “ne ya” diye bitirirdi. Çok da küfürbazdı.

- e kha ağori mu. Pezevengi!!!
- Ne vre griğora putana. Siktir ordan velet…

Gibi gibi… ki bunlar genelde bana…

Çünkü Midu’nun yakaladığı yerde çok hırpani sevme ritüelleri vardı. Yakalanıp şaldır, şuldur öpülmekten zerre haz etmeyen ben bir de bu şekilde öpülürken, o iğrenç burunla mecburi tensel temasta bulunmaktan özellikle nefret ederdim. Kendimi kurtardığım zaman da küfür edip kaçmaya başlardım o da peşimden saydırırdı. Böyle çarpık kırmızı noktalı bir ilişkimiz vardı Midu neneyle. Sonra Midu nene benim aklımı çelmenin bir yolunu buldu. Şimdi hatırlamadığım Rumca adı olan bir çeşit muhallebiyle. Muhallebinin miktarına karşılık, öpücük sayısına dair çetin bir pazarlıktan sonra anlaşınca sevdirirdim kendimi Midu neneye. Önce peşin sever sonra da söz verdiği miktar muhallebiyi yapar getirirdi. Torunlarına üşenir pişirmez bana getirirdi, ben de hiç torunların canı çeker mi diye düşünmez hain, hain yerdim muhallebiyi. Ama muhallebi de muhallebiydi be kardeşim. Öyle böyle değil yani enfes!!! Sonra zaman ve koşullar değişince eskisi gibi gitmez olduk Midu neneyi görmeye. Seneler sonra yolum düştü oralara gitmişken onun da elini öpmek için uğradım. Muhallebi pişireyim dedi ah beni can evimden vurdu. Ama vaktim yoktu. Dedim “sözüm olsun sana sırf muhallebini yemek için geleceğim yanına” gidemedim ya da gitmedim kaldı. Çok değil birkaç sene sonra haberi geldi Midu nene mortingen ştrase. Göçmüş gitmiş. Midu’nun ölümüne gerçekten çok üzüldüm. Ama yalan değil o muhallebiden son bir kez daha yiyemediğime de çok yandım. Öyle eşeklik olarak almayın çocukça bir muhallebi kederi bu. Sonuçta Midu benim için biraz da muhallebi demekti. Öyle bilmiştim ben onu. Ben x Midu = muhallebi Zira Midu severken bariz çarpardı. Bayağı bildiğin kamyon gibi çarpardı adama. Basit bir denklem…


Büyükler yemeklerini tabaklarında bırakan küçüklere genellikle “arkandan ağlar” der. Küçükken çok salakça bulurdum bu deyişi. Biraz da cingöz bir bebe olaraktan “nea yemek bu canı yok ki nassı ağlıycak arkamdan” gibisinden kelamlar ederdim. Hayat çok pis bir öğretmenmiş meğer… yaşıyor insan hem iyi hem de kötü. Ama bazı şeyler yarım kalıyor. Ne hayat boyu sürüyor ne de Midu’nun muhallebisinden son defa yemek gibi muhteşem bir finalle sona eriyor. Midu’nun muhallebisini son defa yiyememek gibi yarım kalıyor. Madem bitecekti en azından şanına yaraşır biteydi.
Bazen yarım bırakırız, döner arkamızı gideriz. Ve arkamızda yaşlı gözler bırakırız.
Ya da yarım bırakırlar bizi ve arkasından yaşlı gözlerle bakarız. Yarım oldu mu zor aga… kalır…
Bu ata denen, çok kelam etmiş adam kimse belli ki çok yaşamış, çok görmüş, çok geçirmiş ve çok geçirmişler ona. Çok çetrefilli bir durumu çok kısa ama özlü ifade etmiş. “yarım bırakma arkandan ağlar”

Yarım bırakma arkandan AĞLAR

üç nokta

RUBAİ

Şarap gamı tasayı alıyor
Eric Cartman depresyona iyi geliyor
Çok ciddiyetsizim diye kızma caniçim
Sen de geç dalganı ömür geçiyor

Bu Gün Neler Öğrendik

Mutluluk kapıyı kırarak içeri girmez. Kapının altından sızarak yavaş yavaş dolar içeri.
Yanlış pencereyi açarsan uçar gider.
Ancak o zaman anlarsın ne kadar sıcak ve aydınlık bir evde yaşamış olduğunu.

Başkalarına Garip Gelen Bazı Bir Takım Huylarım Var!!!


Evet başka insanlara garip gelen bazı huylarım var. Örneğin, mesela; aynı çiftin iki terliğini giymeyi sevmiyorum. İki farklı çift terlikten aynı terliği giymektir tecihim. Her iki ayağıma da sol giyerim bazen.

O gün ters tarafımdan kalmışsan her iki ayağıma da sağ giymek gibi bir huyum var.

Bana kalsa aynı şeyi ayakkabıda da yapacağım gel gelelim insanlar bana deli muamelesi yapıyor böyle giyinince. Yapay simetriye böyle bir gıcığım var. Doğa kendince zaten yeterince simetrik ekstra simetrinin lüzumu yok.

Sanitizasyona da gıcığım mesela… hiç iyi anlaşamayız sanit beyle. Özellikle o yüzey temizleyicilerin o yapay kokuları beni uyuz eder. Alttan buram buram gliserin ve izopropil kim sorarsa çam kokulu. De get…
Bana kalırsa gerçek temizlik kokusu %70’lik alkol çözeltisinden başka bir şey değildir.

Çok su içerim ben. Bir ihtiyacı gidermenin yanında başlı başına bir zevktir benim için su içmek. Kana kana derler ya ben harbiden kana kana içerim suyu. Çok su içtiğim için de çok tuvalete çıkarım. “tuvalete çıkmak” da ne demekse? Çok işerim kısacası. Ama son zamanlarda artık eskisi gibi yatmadan önce bir sürahi su içmiyorum. Onun yerine nefsimi köreltmek için bir bardak içip öyle uyuyorum. Çünkü gece kuru bir ağızla uyanıp kana kana su içmeyi, dolu bir mesaneyle uyanıp şaldır şaldır işemekten daha çok seviyorum.

Eşyalarıma isim veririm ben. Örneğin mesela farzı mahal, buz dolabımın adı Bektaş. Alkolsel bir çağrışım gayet tabi. Çamaşır makinemin adı Ümmügülsüm. Kapağını açınca bir delikten içeri bir sürü bir şey girdiği için bende hep dişil imgelenmiştir çamaşır makineleri. İnsanda dokuz ay on günün çamaşır makinesine tekabül eden zamanında da doğurur gibi çıkarır temizleri… ya da siz sezaryen yöntemiyle de alabilirsiniz.

Gereksiz yan bilgi vermeyi de almayı da severim. Sezaryen kelimesinin Marcus Aurelius Sezar’ın adından geldiğini biliyor muydunuz? Anasının kukusundan değil de karnından doğan kayıtlara geçmiş ilk insan Sezar’dır. O dönemin cerrahları geleceğin imparatorunu bu sayede ölü doğmaktan kurtarmış valide Sezar’ın canı pahasına. Sezar çok koca kafaymış bebeykene o sebep doğru yerden çıkamamış ve annesiz büyüdüğü için hep ezik ve kompleksli biri olmuş. O yüzden dünyayı fethetmek gibi sapıkça hülyaları varmış.

Yeni kelimeler üretmeyi severim. Ama öyle zapatullaç gibi götten atma kelimeler değil. Dilin kendi diyalekti içinde mantıklı kelimeler üretmekten söz ediyorum. “yakışkan” yakışan şey yakışkan olmalı yapışan şeyin yapışkan olması gibi. Donmuş şey donuksa, yanmış olan yanıksa üşümüş kişi de üşüktür benim nazarımda. Maykrosoftun vördüyle hiç anlaşamayız bu konuda her yazdığım şeyde belli kelimelerin altını inatla kırmızı kırmızı çizer çok bilmiş hazreti vörd. Sana ne lan yavşak ben böyle yazıyorum hayret bir olaysın lan maykro…

Öte yandan insanların da bana garip gelen huyları yok değil. Misal yoğurda üflemeleri. Öyle güzel hatalar vardır ki hayatta, her kim ki onları tekrar tekrar yapmaz, hayattan zerre keyif alamaz -üç nokta-

Tuvalet Kağıdı

Bu gün yeni evimdeki ilk tuvalet kağıdı rulosunu bitirdim ve yenisiyle değiştirdim. Eeee nedir yani bokunun çetelesini bize mi tutturacaksın? Yok değil. Başka bir şey var anlatmak istediğim biraz beklerseniz… yeni bir hayata başlar insan, bazen yeni bir şehir belki yeni bir ülke belki de aynı şehirde başka bir ev. Ama yeni… bir şeyin devamı değil başka bir şeyin başı. Şimdi bu majör yeniyle beraber bir takım minör yeniler de başlar. Mesela yeni taşındığın eve ilk tuvalet kağıdı rulosunu takmak gibi. Rulo tabi eve değil, evin tuvaletinde olması gerektiği yere takılır. Yani salon kapısının koluna rulo takmanın manası yok. Yeni başlar, rulo takılır. Ve ilk gün biter ikincisi başlar ikinci biter üçüncü. Sonra ilk hafta biter yenisi başlar. Bu sırada rulo da döner. Bokunuz belli bir periyottaysa zamanın geçişini tuvalet kağıdı rulosundan da takip edebilirsiniz. Zaman geçer rulo döner. Hayat bir döngüler silsilesidir. Çok sıra dışı bir bohem yaşam değilse bu hemen hemen herkes için böyledir. Her yeni gün aslında rutin eylemlerin birer tekrarıdır adı her ne kadar yeni de olsa. İşe gitme gelme yemek, duş, uyku, tatil, iş, yemek… her gün aynı şeyler küçük farklarla yapılır. Kuyruğunu kovalayan kedi sorunsalı. Rulo her gün döner. Bir rulonun bitişi bize önce yeninin artık o kadar da yeni olmadığı haberini verir. Yani yepyeni değil. Sonra başka rulolar bize artık yeni olmadığı gerçeğini hatırlatır. Zaman geçer rulo döner. Düzgün periyotlarda sıçıyorsanız zamanın geçişini tuvalet kağıdı rulosundan takip edebilirsiniz. Ve hayatın rutinin cenderesine girdiyseniz düzgün periyotlarda sıçarsınız. Bu cümlede vurguyu “düzgün” kelimesine yaptığınızda başka “sıçarsınız” kelimesine yaptığınızda başka anlamlar elde edersiniz. Hayat sıçmaktır bir bakıma. Bunu ister gerçek anlamıyla al ister mecazi al fark etmez hayatta hepimiz belirli zamanlarda sıçıyoruz. Ve sıçtığımız anlar hayatımızda bizim pek de öyle hatırlamak istediğimiz anlar değildir. Bunu ister gerçek anlamıyla al ister mecazi fark etmez. Ama işte bu sıçış anlarında imdadımıza tuvalet kağıdı yetişir. Biz sıçarız o temizler. Daha doğrusu onunla temizleriz. Sıçtı Cafer bez getir. Bakış açısına göre değişir, kimi hayatı ve zamanı bokundan takip eder kimisi tuvalet kağıdı rulosundan.

Bir bakış açısı farkı; hayat sıçmaktır ve tuvalet kağıdı da bir çeşit takvimdir.

İsim Farklı Gün Aynı

Yıl başı der insanlar nedense yıl sonuna. Oysa henüz başlamamış bir yılın başı, bir önceki yılın son gününde kutlanır. Trende geriye doğru yürümek gibi gelmiştir hep bana yıl başları. Vagonun başından başlar sonuna doğru gidersin vagonu bir seramoniyle bitirip bok varmış gibi bir sonrakine geçersin. Senin bir sonraki vagon sandığın ise bir öncekidir aslında. Birinin sonundan diğerinin başına geçiyorsan ya daire çiziyorsun ya da geri gidiyorsun demektir farkında olmasanda. Niye kutlar insan geriye atılan bir adımı? Başlarda her şey ne kadar güzeldi? Adı üstünde baş işte taze, yeni, körpe… inşaattan kuma atlamaktı derdimiz kimin ebe olacağıydı aklımızdaki tek soru? Bir trende geriye gitmektir hayat baştan sona doğru. Bu yüzden kutlanmamalı vagon sayısındaki bir artış… ileri değil geri gidiyoruz sona doğrudur yönümüz. Bir vagondan diğerine geçmenin verdiği alışkanlıkla atacağız kendimizi son vagondan. İleri gidermiş gibi hevesle gidiyoruz geriye, düşmeye teşneyiz familya olaraktan. Aç parantez olsun bu kısmın adı, vagon sayısındaki her artış bizi medenileştirmiyor vahşileştiriyor aslında, bu kısmın adı ne olsun sen tahmin et artık, parantez içinde kapa parantez. Herkes gibi benim de adımım bir vagon ilerde aç parantez geride, ama aklım en az iki vagon geride aç parantez ilerde. Parantezleri kapatmaya gerek görmüyorum açık kalınca ceryan yapmazlar biliyorum. Büyümek istemeyen o çocuğun adı neydi hatırlamıyorum. Ama uçuyordu eminim, uçuran bir toz vardı ben de ondan istiyorum.

Oyuna Devam


Oyun aynı oyuncular zamanla değişsede…
Ama oyun aynı
Aynı oyunu oynuyoruz yeni bir ele başladık önceki ellerde biraz kaybettik biraz kazandık ama oynadık. Dağıt kartları sevgili tanrı. Şimdi yeni bir ele başladık yeni el yeni oyuncular…
Kar zarar hesabı tutmadık kazanmak değil amacımız biz oyunun hastasısıyız. Bir kaybeder bir kazanırız. Basit bir oyun bu eli en büyük olan kazanır. Ya da elinin en büyük olduğuna herkesi inandıran. Beni bilirsin blöf yapmam açık oynamayı severim bir de çikolatalı pastayı… dağıt kartları herşeye kadir tanrı…
-Tek kart!
Bu sefer kupa as istiyorum kupa iyidir as da öyle. Önceki ellerde biraz hırpalandık fazla paramız da kalmadı ama hala oyundayız ve iyi bir kart verirsen biraz para yaparız.
-Gördüm!
-arttırıyorum!
Beni bilirsin hile yapmayı sevmem. Bir de ayağımda çorap varken yanlışlıkla ıslak terliği giymeyi. Oturduğun yerden herşeyi tüm olan biteni izlemek hoşuna gidiyor bu çok belli. Oyunculara bakıyorsun kimi kazandığına sevinir kimi kaybettiğine yerinir. Herkes birşeylerle övünür. Bilirsin… ben de bilirim… oyun bu basit bir oyun her ne kazanırsan her ne kaybedersen farketmez hiçbir şey artmaz hiçbir şey eksilmez… ister kazan ister kaybet farketmez oyuncusun sadece… ve sadece masadayken anlamlısın.

-Tek kart!
Ne kadar komik? Sana hak veriyorum oyuncular kendilerini öyle kaptırmışlar ki artık oyun oynadıklarının farkında bile değiller ama farketmez herkes sadece oyuncu ve bu sadece bir oyun. Basit bir oyun üstelik… en büyük olan kazanır ya da en büyük görünen. Kupa kız istiyorum kupa iyidir kız da öyle. Damsız girilmez kız ille de lazım. Kupa iyidir ben de iyiyim. Evet hala oyundayız yeni el yeni kartlar.
-gördüm giriyorum!
Dedim ya kar zarar hesabı tutmayız kazanmak değil amacımız. Beni bilirsin ki ben bilirim kasa her zaman kazanır. Yeni el yeni kartlar hazırım herşeye kadir tanrı dağıt kartları!!!

LANET


genelde bir müzik aleti olduğu düşünülür ama değildir. elektro gitar bir lanettir. gerçek bir lanet. kimisi hep ister ama hiç cesaret edemez ve başlamaz hayatı boyunca çalmama ya da çalamamanın kederini yaşar. kimisi cesaretini toplar bir heves girer olaya ama ya yeterli sabrı yoktur yada kendine olan inancı. o da hayatı boyunca "istesem çalarım aslında... yok yok ben yapamam yok yapamam yav..." ikilemini yaşar. kimisi de çalmaya başlar... bu kimisiler genelde olaya "nating els medırsı" çalsam ya da "dont kırayı" çalsam yeter abi diye girerler. en azından bizim kuşak öyleydi şimdilerde belki biginır seviyede göze kestirilen parçalar değişmiş olabilir. neyse bu son grup bu lanetten en vahim etkilenenlerdir. zira o dont kıraylar biraz azim istenç ve gazla bir süre sonra çalınmaya başlanır lakin başta verilmiş o söz unutulur. çalsam yeter... nah yeter!!!

bir süre sonra göze başka parçalar kestirilir. ya "simels layk" da çalınmayacak parça değil "viş yu vör" de yapılabilir. bu arada çalsam yeter üst limiti de değişir. biraz daha ütopik limitler gelmeye başlamıştır. "entır sendmen" "tu minıts tu midnayt" gibi... lakin biraz da artık enstrüman hakimiyetinin ve olaya alışmanın ve dahi başarmanın getirdiği bir takım kolaylıklar ve öz güvenle göze kestirilen parçalar daha kolay çalınmaya başlanır. bu safha kişinin lanetin pençesine amansızca düştüğü ve artık ruhunu şeytana gönüllü teslim ettiği safhadır. bundan sonra yeni parçalar göze kestirilir ve çalınmaya başlanır ve çalındıkça levıl arttırılmaya devam ettiği gibi müzik dinleme alışkanlıkları ve dinlenen beğenilen kişiler de değişmeye başlar yeteri kadar süre ve çabadan sonra artık yeteneğin üst sınırlarının zorlanmaya başlandığı aşamalar gelir çatar. teknik çalışmalar başlar. "alterneyt pikink" ler "sivip"ler "tepink"ler derken başarılı olunduğu ölçüde hep yeni hedefler hep daha üst seviye gitaristlerin parçaları çalınmaya çalışılır. ve bu safhadan sonra nasıl bir lanetin içine düşüldüğü adamın suratında tokat gibi patlar. bu işin bir sonu yoktur ve hep daha fazlasını istersin ama her zaman daha iyisi ya da daha değişiği vardır. bu noktadan sonra kendi kuyruğunu kovalayan kedi gibi bir kısır döngünün içinde olduğunu farkedersin.

bak mesela klasik gitarda öyle değildir. ya akdeniz akşamları modunda gidersin kafana göre. ya da girersin olaya ve "asturyas" "rodrigo" "bah" neyse işte bir zirve noktasına ulaşabilirsin. ha parçalar değişir mi değişir. ama aktığın mecra bellidir. elektro klasikten zor da demiyorum. ama dedim ya yolun belli. elektroda bu yok abi. "metalika" çalmaya başlarsın yaparsın da "körk" sana gitarist gelmez. sonra "megadet"e bulaşırsın "marti" adama kafayı çizdirir. krize sokar hayata küstürür. "drim tiyatır"a bulaşırsın hepten ski tutarsın. "satriyani"si "sitiv vay"ı "ceysın bekır"ı her biri ayrı yön ayrı mecra hepsi derya hepsi deniz. nereye gitsen bela. bu virtüözler bilmem neler bir yana bir de "maykıl encılo" gibi absürd hayvanlar çıkar karşına şaşırırsın afallarsın. hep daha iyisi hep daha değişiği daha farklısı vardır ve işin en kötüsü de her zaman çalmak ya da gibi çalmak istediğin ve çalamayacağın bir şey veya biri olur olacaktır. elektro gitar bir enstrüman değil bir lanettir. ve uzak durulamaz.

Kuantum Mekaniği ve Hayvan Hakları

Kuantum, parçacık anlamına gelen kuanttan türemiş bir kelimedir isim itibariyle. Gelgelelim muhteviyat o kadar da basit değildir. Sakat bir mevzudur mikro dünyayı inceler o mini minnacık parçacıkların birbirleriyle olan ilişkilerini hareketlerini didik didik eder ıncığını cıncığını çıkarır. Ne isterler o parçacıklardan ayıp değil mi? Ama dinleyen kim? Bu kuantum bokunu sıçan adam Planck’tır demek pek de yanlış olmaz. Bu amca kara cisim ışıması denilen bir mevzuya takınca kafayı farkında olmadan arı kovanına çomak sokmuştur. (götüne gireydi o çomak onun) tabi bu çalışmalardan bir sonuç çıkmış ve kendi adı ile anılan meşhur Planck sabitini bulmuştur. Küçücük de bir sayıdır o. sen o kadar sene kafa patlat bulduğun sayıya bak on üzeri eksi otuz dört mertebesinde. Ben o kadar çalışacam haysam sabiti bulacam en az on milyar bulurum o da en az yani. Avogadro bu konuda iyi bir örnektir. Sonra atomik spektranın kesikli çizgilerden oluştuğunu falan fark ediyor birileri. Ve bomba patlıyor enerji kuantizedir. hoppalaaaa!!! Enerji öyle kafaya estiği gibi alınıp verilmezmiş buyur buradan yak. Paketler halinde alınıp verilecekmiş. Paketlere fiyonk kurdele falan da takılacak mı? Bitti mi? Biter miiiii??? Planck daha açılışı yaptı üstüne sıçan sıçana... şimdi efendim bu ışık dalga değilmiş yıllarca bizi yemişler. Parçacık özelliği de varmış... bak bak... çarptığı yerden ses gelirmiş üstelik kütlesi olmamasına rağmen... çüüüş... ama dalga gibi girişim de yaparmış... hem dalgaymış hem parçacıkmış haydaaa bir karar verin birader... şimdi herkes sıkı dursun derin bir nefes alsın panik yok... Schrödinder diye bir dingil sen çık de ki bu dalga parçacık ikilemi sadece ışık için değil bütün parçacıklar için geçerlidir. sizin o minik tefek masum kürecikler olarak bildiğiniz elektronlar da dalgadır. Yani parçacıktır ama dalgadır da. (s*kicem ama) bir de dalga boyunu falan hesaplamışlar bu elektronların. Sonra bu Schrödinger denen dinger dalga fonksiyonu diye bir zamazingo çıkartıyor... (yav bak dalgana dalgan büyüsün işin mi yok kardeşim?) bu elektron işte bu dalga fonksiyonuna göre hareket edermiş... bunun enerjisi de dalga fonksiyonunun hamiltonyanına eşitmiş... (zuhahahaaaaa nassı lan?) enerji hamiltonun öz değeri yani... sizin kafanız daha yeterince karışmamamıştır ben biraz suyu bulandırayım şimdi... Bu Schrödinger'in bir kedisi var onu bir kutuya koyuyor kutunun içine de kediyi öldürecek bir silah tertibatı... bu silah tertibatının tetik mekanizması da bir radyoaktif elementin ışıma yapmasıyla harekete geçecek şekilde ayarlanıyor... fanteziye bak... hastalıklı ruhlar bunlar aklı selim sahibi adamın ne işi olur yoksa bu işlerle... radyoaktif element en geç bir saat içinde ışıma yapıp tetiği harekete geçirecek ama bir saat içinde her an ışıyabilir... kedinin psikolojisini düşünmek bile istemiyorum... şimdi sorun şu bir saatten önce herhangi bir anda kedi canlı mıdır? Ölü mü? Kutu kapalıyken radyoaktif elementin elektronları olasılık olarak tüm yerel ve uyarılmış düzeylerin bir üst üste çakışması halindedir. (superposition) kedinin canlı mı ölü mü olduğunu anlamak için ise kutunun açılması gereklidir. Bu noktada kutu açılınca sistemin yerel durumu bozulacak yani etkilenecek ve olası kuantum hallerinden biri gerçekleşecek yani ya ışır vaziyette ya da ışımaz vaziyetteyken baskın yapmış olacağız... kutuyu açarsak kediyi öldürebiliriz de kurtarabiliriz de... kutu kapalıyken kedi hem canlı hem de ölüdür... ne dir bu durumun açıklaması bir sistemin kuantum durumu kestirilemez belirsizdir. Ona baktığımız zaman ise onu değiştiririz. Yaaaa haydi buyurun... Bir de Heisenberg lavuğu var tabi... onun da ayrı bir belirsizliği var bir parçacığın konumuyla hızı aynı anda bilinemez diyor bu amca ikisinden birini bileceksin işine gelirse yok öyle her boku bilmek... bunlar daha kuantuma giriş şimdilerde hepten boku çıktı bu olayın artık kuantum alan teorileri kütle çekiminin kuantum teorisi süper sicimler oy oy oyyy sormayın gitsin akıllara zarar mevzular bunlar bulaşmayın...

RUBAİ

Alfa karbon elektrofilikse kafaya takarım
Adım Hayyam bu işlere ben bakarım
Boş işler bunlar deyip tepemi attırma
Alfa karbonu sana sokarım

RUBAİ

İçiyorum diye bana laf eden sendin
Defalarca bana her şey güzel olacak dedin
Şimdi sen daha çok içiyorsun
Gördün mü bak ne bok yedin

RUBAİ

Topraktan gelir toprağa döner insan
Şarap içip tayyareye döner insan
Bazen Godot'yu beklerken buluyorum kendimi
Konumuzun bununla hiç alakası yok inan

TASARIM ESTETİK VE ERGONOMİ İLLETİ

Bu yazıyı uyurken yazdım. Aslında uyumaya çalışırken. Daha da doğrusu sürekli uykum bölünüp uyanırken ve uykum dağılmasın açılmasın diye çabalarken. Aslında bu yazıyı o zaman yazmadım burada yazdıklarım o zaman aklıma geldi.aslında yazmayacaktım ama yazdım. Neden yaptım ben de bilmiyorum ama bazen böyle saçma işler yapıyorum. Genelde de pek öyle aklı başında işler yaptığım söylenemez. Mesela (bkz: bu yazı) şu an zaten bakmakta olduğunuz bu yazı için bakınız vermek…. Gibi gibi…

Neyse… aslında burada anlatmak istediğim başka bir şey var. Tasarımla başlayalım tasarım için Türk dil kurumundaki beyefendiler şöyle buyurmuşlar;
tasarım
a. 1. Zihinde canlandırılan biçim, tasavvur: “İmgeleme dayanan duyusal tasarımlar, şiirinin başlıca malzemesi.” -S. Hilav. 2. Bir sanat eserinin, yapının veya teknik ürünün ilk taslağı, tasar çizim, dizayn: Kentsel tasarım. Çevre tasarımı. 3. Bir araştırma sürecinin çeşitli dönemlerinde izlenecek yol ve işlemleri tasarlayan çerçeve, tasar çizim, dizayn. 4. fel. Daha önce algılanmış olan bir nesne veya olayın bilinçte sonradan ortaya çıkan kopyası
şimdi, biz günlük hayatta bir takım eşyalar kullanıyoruz ve birileri bu eşyaları yapmadan önce onları tasarlıyor ve o aynı birileri bu eşyaları ya da mekanları ve hatta kullandığımız her şeyi tasarlamak için okullara gidiyor derslere giriyor onları çalışıp sınavları veriyor ve projeler bitirme ödevleri yapıyor sonra oralardan diplomalar alıyor ve çalışmaya başlıyor sektörde deneyim kazanıyor ve sonunda birer tasarımcı oluyorlar yani kolay iş değil öyle tasarımcı olmak. Hele günümüz dünyasında ve bizim ülkemizin şartlarında hepten zor bir iş. Çok güzel ürünler de tasarlıyorlar; bardak çanaktan cep telefonlarına koltuklardan yataklara ohooo modern hayatın lüzumsuz ihtiyaçlarını karşılayacak her şey için onlarda bir ürün mevcut. Lakin bu diplomalı master lı deneyimli tasarımcılar bir şeyi unutuyorlar.


Birkaç arkadaşımla bir toka üzerine yaklaşık 30 dakika kadar konuşmak zorunda kalmıştık. Kafamızın güzel olmasının bununla pek tabi alakası yok. Şimdi olay şu hani şu dişli tokalar vardır böyle bir yay vasıtası ile ağızlarının kapalı kalması sağlanır ve bu sayede saç dişler arasında ısırılmış vaziyette tutulmak suretiyle derli ve dahası toplu durur. Şimdi mevzu bahis toka kelebek şeklinde ve az önce salakça tanımını yaptığım türden bir endüstriyel tasarım harikası. Görsellik gerçekten hoş fakat kelebeğin kanatları -ki bu da tokanın ağzını açabilmek için gerekli destek kolları aynı zamanda- birbirine öyle açıyla konuşlandırılmış ki tokayı tek elle açabilmek için onunla bir süre çalışıp belirli bir tecrübe ve pratik seviyesine erişmek gerekiyor. Gerçekten acemi biriyseniz kesinlikle o tokayı tek elle kullanamazsınız. Tek el önemli saçı uzun olanlar ya da bir dönem saç uzatmış olanlar bilir ki saç toplanırken saçlar önce iki elle toplanır sonra bir el bu toplanmış saçları gerekli pozisyonda tutar ve diğer el tokayı takar. Bu iş için standart operasyon prosedürü budur. Başka türlü yapmak SOP a aykırı MAJÖR HATA!!!!

Bir gün şirkette öğle yemeğindeyiz masada gerçekten çok şık bir tuzluk harbi iyi tuzluk yani. Şimdi millet olarak bir geleneğimiz var bizim tuzluk dediğin akıtmaz zira içinde her daim nemli tuz olur ve siz tuzluğun dibini masaya birkaç defa sert ve haşince vurarak nemden yapışmış tuzu kaya formundan tekrar kristal forma döndürerek yemeğinizi tuzlarsınız. Gerçi bu gelenek şimdilerde yıkıldı yeni trend tuzluğu devirip tuzlamak. Ben de modern bir insanım tabi devirdim tuzlamak için. Ama bir yanım hala ataerkil herhalde ki tam akacağından şüpheye düşmüş olsa gerek o yanım, bildiğin devirdim tuzluğu. Tuzluğun içindeki tuzun % 46.126 sı yemeğimde. Tuzluğun delikleri o kadar büyük ki içine tuz doldurmak için alttaki kapağı açmaya gerek yok üstteki deliklerden de gayet rahat doldurulabilir. Haspinallaaaaa… karşımda da müdürüm n’oldu hayam beğenmedin mi yemeği. Valla yemek iyi ben tuzu beğenmedim. Zira benimki artık tuzlu yemek değil yemekli tuz.
Bir şirket yemeğindeyiz. Her yer müdür direktör kaynıyor şeyini sallasan müdüre çarpıyor müdür konsantrasyonu bu kadar yüksek bir mekanda müdürler bu duruma aldırmıyor. Beni saymazsak bizim masadaki ortalama taşşak ağırlığı kişi başına beş kilo. Masadaki kadınlar bile taşşaklı var sen düşün gerisini. Yemekler geliyor fakat yenmiyor herkes yemeğini didikliyor zira adab-ı muaşeret bunu gerektiriyor. Kibar ortamlarda yemek yenmez yemekler çatalların ucuyla didiklenir ve alınan küçük lokmalar ağızda gevelenir. Bu yüzden lüks restoranlarda yemekler, tepsi gibi büyük tabaklarda avuç içinin yarısı kadar porsiyonlar halinde gelir. Zira o hızla o yemekler sekiz senede bitmez ve tabakta yemek bırakmak büyük kabalıktır. Kibar masada tabağa çok kibar konumlandırılmış çok kibar kadehler içinde su var. Suyu içtim bitti bu normal. Anormal olan ise benim 20 litrelik bir damacanayı bir haftada tüketebilen bir insan olmam. Çok su içerim ben. Benimle beraber yanımdaki müdür beyefendi de içti bitirdi suyunu. Tamam bu da normal. Ama bir sorun var masadaki sürahiyi ben önceden tanıyorum. Çok samimi değiliz ama tanışıyoruz ve o da toka gibi. Eğer ihtisasın yoksa ki benim yok o sürahiden bardağa, masaya dökmeden su doldurmak çok zor. Bununla ilgili de bir arkadaşla konuşmuştuk ve kafamız güzel de değildi. Susuzum dilim damağıma yapıştı o çatal ucu didik lokmacıkları bile yutamıyorum su içmem lazım ama o sürahiyi kullanırsam dökerim ve rezil olurum ve dahası yanımdaki müdür şahsiyet bana daha yakın duran o sürahiden her an su doldurmamı isteyebilir. Ki istedi. Dedi ki; rica etsem. Kadeh de elinde. Hah sıçtık mı? Sonuçta döktük tabi suyu yarısı kadehe yarısı masaya bir kısmı adamın eline… rezillik. Gülme abi önemli öyle şeyler bunlar o tarz ortamlarda. Bu rezilliğin üstüne kendi kadehime de su koyamadım mı? O yemek bana işkence oldu mu?

Şirket hizmet içi eğitimleri. 4 yıldızlı otelde oda verdiler süper. Oda ful aksesuar konfor zirvede gerçekten güzel döşemişler lan ben bile sevdim yani. Tam yatmadan önce ışıkları kapatmak üzere kapıdaki düğmelere yönelecekken amanın bir de ne göreyim? Yatağımın baş ucunda odadaki bütün ışıklara komuta eden butoncuklar mevcut. Yattığın yerden istediğin ışığı aç kapa. Ulan bu zenginler harbiden rahatlarına düşkün adamlar diyorum ışıkları kapatıyor ve uyuyorum. Sonra uyanıyorum. Nası lan? Tepemdeki gece lambası gözüme gözüme ışık tutuyor. Töööbe töbeeeeee…. Kapatıp uyuyorum. Sonra yine açılıyor bir lamba küfür edecem ama… üçüncüde lambayla beraber ben de aydınlanıyorum. Benim uyurken yatakta yaptığım her manevra yastıkla başka bir butonu dürtüp bir ışığı açmama sebep oluyor. İşte bu yazı daha doğrusu bu yazıyı yazma sebebi bu gecede ortaya çıktı. O uyur uyanık ne rüya ne gerçek belirsisz bir ruh hali var ya. İşte o anda benim aklıma şu soru geldi; o sürahiyi tasarlayan amarikan diplomalı dahi çocuk acaba hiç o sürahiden bir bardağa su doldurdu mu?

Uzun donlu kişot


Yıl muhtemelen 1986 olmadı 87 yılı ya da onun gibi bir şey.
O yıllar işte.
İbrahim Tatlıses’in “Allah Allah bu nasıl sevmek’i”
“mavi mavi” gibi şarkılarını söylediği yıllar. Ayağında kundura modu geçmiş apgıreyd olmuş. Yer İstanbul Zeytinburnu…
bir Pazar sabahı çocuk ben ve yine bok varmış gibi erken saatte hortlamış. Televizyonda açıköğretim İngilizce dersi… o iğrenç saçlı şişko kadın ve mayk. Televizyondan bu gün onlayn tabir ettiğimiz yöntemle yurdum gençlerine İngilizce öğretme gayretindeler. Ben çocuğum ve aklımda iki soru var bir votran ne zaman başlayacak iki annemle babamı uyandırmak için hala çok mu erken?
Çünkü günlerden Pazar ve şu an benim de olduğum gibi babam o günlerde Pazar sabahları erkenden uyandırılmaya uyuz oluyor.


Gelgelelim uyandırmam şart çünkü gazetelerin kağıttan katlanıp yapıştırılarak yapılan oyuncaklar verdiği yıllar ve o gün oyuncak robot var. Ev olsun tren olsun hatta araba olsun o kadar önemli değil ama iş robot ve uçağa geldi mi hooop orada duuur!!! Bu kaçmaz kaçamaz. Şimdiiii… işin ucunda bilim kurgu bir hadise varsa bu birinci öncelik. O gün de öyleydi bu gün hala öyle. O robot alınmalı ve yapılmalı ve o robotla oynanmalı. Anneyle babayı kaldırmak için çok mu erken? Voltran başlayacak ve o robot alınmalı. O robot hem alınmalı hem bunun için geç kalınmazken aynı zamanda votran kesinlikle kaçırılmamalı. Bunlar o dönemin İstanbulunda yaşayan ve benim gibi olan bir çocuk için çok önemli olmakla beraber planlama ve eyleme geçme açısından benim yaşındakiler için oldukça zor ve meşakatli süreçler. Zira zaten bir haftadır -ki bu gün robotun verileceği televizyonda ilan edildiği güne denk gelir- kafalarını sikmişim ve şimdi amacıma ulaşmak için eyleme geçmeli ve bu eylem sürecini voltranla çakıştırmamalıyım. Tüm riskleri göze alıp dalıyorum odalarına ve durumu kendimce izah ediyorum. Çok mu erken yoksa voltran beş dakikaya başlar mı bilmiyorum bir panik havası ki sorma gitsin…

Her ikisi de benim bu konudaki hassasiyetlerimi, hassasiyetlerimi siktir et düşman başına inadımı bildiklerinden benimle fazla polemiğe girmiyorlar.
Annem daha o yıllardan pes etti ve benimle mücadeleyi bıraktı. Babam hala kafasına göre…

Neyse lafın kısası annem elime parayı tutuşturdu beni bir güzel sarıp sarmaladı ve ben gazete almak üzere siktir edildim. Kış mevsimi İstanbul’un çehresinin değiştiği seneler. Yani müteahit denilen canlının evrimin son halkası olarak vücuda geldiği yıllar ve Zeytinburnu bu canlının temel yaşam alanlarının başlıcalarından biri.
Bu şu demek; mahallede her yirmi metrede bir inşaat ve bu da her kırk metrede bir birinci kattan üstüne atlayıp oynanacak bir kum kümbeti demek. Bu aynı zamanda her 37,3 metrede bir inşaat temeli anlamına da geliyor ki bu da hikayemizin önemli bir unsuru. Gazete gazeteyi salla robotu almak üzere yola koyuluyorum. Yol üstünde bir kalabalık, bir aktivite izleniyor. Söz konusu ben olunca bir merak durumu olmazsa olmaz. Gidip bakıyorum ne oluyor diye.


Bir dozer ve bir dozer için son derece doğal ve sıradan olan bir toprak kazma eylemi. Peki ama bu kalabalık neden izliyor? Sanırım kazının amacı bir şeyi gün yüzüne çıkarmak yoksa insan neden kazı izlesin ki? Ben de başlıyorum izlemeye ve beklemeye ne çıkacak diye mamafih çıkan bir şey yok dozer öööle kazmakta. Robotu almalıyım bitebilir fazla geç kalamam voltran başlayabilir. Kritik bir karar alıp robotu almak üzere koşar adım gazeteciye yönelip olabildiğince hızlı bir şekilde bu süreci sonlandırıp hazine çıkmadan kazı alanına dönmek gayesini güderek koşmaya başlıyorum çabam görülmeye değer. Gazetecide problem yaşıyorum adam para üstü vermeyi ret ediyor. Oysa ki prosedür belli malı alır parayı verirsin ve para üstünü alır gidersin. Ama yavşak gazeteci son süreçte ibnelik yapıyor ve para üstünü vermeyi ret ediyor. Bana üçün beşin lafını ediyor. Ben üç beş bilmem hele o yaşlarda hiç bilmem para üstünü vereceksin kardeşim. Sanırım gazeteci benim inatçı tavrımı seziyor ve bana sembolik bir para üstü verip beni siktir ediyor. O günlerde hep siktir ediliyorum. Önüne gelen beni başından savıyor. Kazı alanına geri dönüyorum ki ohhhh!! Hazine çıkmamış.

E iyi de bekle bekle hala çıkan bir şey yok. O değil de voltran başlayacak hala ortada bir cacık yok. Yine inisiyatif kullanıp kritik bir karar alıyorum eğer ne çıkacağını göremeyeceksem de en azından bileyim. Hazine için voltran’ı feda etmeyeceğim o kesin.

Yanımdaki lavuğa soruyorum ne çıkacak diye… lavuk dediğim kocaman adam yaşını kestiremesem de boyu benim ikibuçuk katım. Belki de daha fazla. Benim anlamadığım bir türkçeyle bana kim bilir ne diyor? Bir iki kişiye daha hazine ile ilgili sorular soruyorum genelde tatmin edici bir cevap alamıyorum. Sanırım ne çıkacak kimse bilmiyor ve ben voltran’ı kaçırma riskini almıyor ve onun yerine yine kritik bir karar alıp olay yerini terk ediyorum.

Lise ikinci sınıftayım doksanların sonları. Yine Zeytinburnu ve çırpıcı deresi ıslah ediliyor. Çeşitli iş makineleri dere yatağında çalışıyor ve yine insanlar şuursuzca izliyor. Okula gitmem lazım ama insanlar hipnotize olmuş gibi bakıyor. Lan neyi izliyorlar anlamıyorum? Hafriyat işte. İkibinlerin başı yer Eskişehir yine dere ıslahı ve yine iş makineleri yine bakan insanlar. Hatta izlemek bir yana beraberinde çekirdek, kuruyemiş hatta kağıt helva. Vallaha. Çüş! Ulan bildiğin temaşa yani çatır, çatır izleniyor işte.

Yıl 2005 yer Beyoğlu saat sabahın beşi. Zurna gibi sarhoşuz taksici gündüz açar mı diye düşünüyoruz yine inşaat yine çalışan iş makinesi ve o saatte dahi izleyen güruh. Orada flaş yanıyor “aga” diyorum arkadaşa bizim millet hafriyatperver. Ne pahasına olursa olsun hangi saat olursa olsun hafriyat izlemeyi seviyor. Bir hafriyat kanalı kurmak lazım böyle dozerler iş makineleri falan paso görüntüler hatta özel bölümler böyle buldozer operatörü sacit efendinin hayatı falan gibi programlar. Büyük inşaatlardan canlı yayınlar. Paranın amına koyduk olum!!!


Tabi benim bu fikrimi hiçbir banka ciddiye alıp bana bu girişim için kredi vermedi ve bu dahiyane fikrim finans dünyasının risk analizleri arasında kaybolup gitti.

Ama birileri tıpkı yel değirmenlerine karşı savaşan don kişot gibi hafriyat izlemeye meyilli yurdum insanını tiyatro salonlarına çekebilmek için hafriyat makinelerine karşı hala yılmadan çalışıyor ve savaşıyor. Türk tiyatrosunun tüm don kişotlarına uzun donlu kişotlara buradan, elim göğsümde başım öne eğik kocaman bir eyvalllaaaaah!!! Der ben hayatıma devam ederim onlar da savaşlarına. İcabında birer sanço panço birer rosinanteyiyiz her daim onlarla birlikteyiz….